Babam ve oğlum ile ilgili güzel bir yazı buldum.
Babam ve Oğlum
Onu kimsenin el değmek istemediği dönemleri anlatan yönetmen olarak tanıyoruz. “Çemberimde Gül Oya” ile başladığı 70’ler serüvenini 80’lere “Babam ve Oğlum”la taşıdı. Film kitlesel bir başarı yakaladı. Herkes filmi sevdi ama neden sevdiğini söylemedi. Filmi izleyenlere film nasıldı diye sorduğumda aldığım cevap da genellikle “Çok güzeldi çok ağladım!” oldu. Bu elbette bir film değerlendirmesi olamaz. Ağlatmak ya da güldürmek sanatsal bir amaç değil kuşkusuz.
Ama bu çok güzel bir gösterge çünkü film sadece ağlatmak üzerine kurulu. Klasik dramatik yapı son damlasına kadar sıkılmış; seyirci sonsuz özdeşliğin içinde sıkışarak histerik bir ağlamaya sevk edilmiştir. Ne yalan söyleyeyim sulu göz bir insanım pek çok filmde ağladım “Babam ve Oğlum” da keza bunlardan biri ama hiç birinde bu filmdeki kadar iğreti olmadım. Biliyorum ki biri; dalga geçer gibi, oyuncak gibi beni ağlatmaya çalışıyor. Bunun için beni zorluyor.
Olayın ağlak kısımlarını anlatmamın nedeni Çağan Irmak’ın sinemaya yeni bir dil yeni bir yapı getirmek şöyle dursun var olan yapıyı nasıl kullandığını anlatabilmekti. Biz bu yapıyı Yeşilçam melodramlarından biliriz. Bu seyirci bunları yemez artık.
Gelelim yönetmenin seçtiği konuya: 80 darbesi ve bu toplumsal meselenin küçük insan hayatındaki etkileri. Evet toplumsal bir meseleyi anlatırken etkilerini iki kişi üzerinden de anlatabilirsin bu şekilde mercek altına alırsın. Bu yapıt sahibi ya da sahiplerinin “Konuyu en iyi nasıl anlatabiliriz?”e verdikleri bir cevaptır. Oysa Çağan Irmak böyle bir hikaye duydum, onu nasıl toplumsal duyarlılıktan sıyırabilirim demiş. Kendisi de politik olmaktan mümkün olduğunda kaçınmaya çalışmış ama unutmayalım ki hayatın kendisi politiktir.
Darbe günü hastaneye gidemediği için çocuğunu doğururken ölen bir anne.. Oğlunu yalnız büyütmek zorunda kalan solcu bir baba ve küçük bir çocuğun dünyası... Ama durum o kadar vahim ki babanın solculuğu ancak geri dönüşlerle verilen işkence sahneleriyle anlıyoruz. Adamın söylemine bu yerleştirilmeye çalışmış elbette ama yapıntı bir durum olmuş bu sadece. Bir de tabi savaşmamış bir kuşağın nasıl en büyük kaybeden olduğunu bir kez daha görüyoruz. Baba solcu havalarla gittiği eve oğlu için tırıs tırıs geri geliyor. Bunun zor olacağı belli, babasıyla hesaplaşması gerekecek, çevredekilere kulağını tıkaması gerekecek yine de oğlu için katlanacak. Oğlu için bir oda istiyor ölüm döşeğindeki baba kendi babasından. Lütfedip şunu da diyor laf arasında “Ama istediği zaman gidebileceği...” Oldu canım. Biz de bu minicik cümleyle rahatlayacağız. Eğer sen gittiysen ve bunları yaşadıysan neden pişmansın. Aynı hatayı oğlun yapmasın mı istiyorsun. Oğluna kendi yaşayamadığın hayatı mı dayatıyorsun soruları havada asılı kalıyor.
Gişe rekorları kıran film çok beğenildi evet ama beğenilen ne yeni bir sinema diliydi ne de bu el değmemiş konunun derinlikli anlatımıydı. Film bize özlediğimiz Yeşilçam çocuk yıldızlarını, ölüm döşeğindeki hastalarını, kaderciliği anlattığı için beğenildi. Yoksa ortada bir Çağan Irmak sineması olduğunu kimse iddia edemez. Bunun olabilmesi için bir tarzın bir derdin olması gerekir. Kamera açısı yönetmenin imzası olamaz. Tarz filmin bütününe yayılan her karesinde hissedilen bir şeydir. Yiğidi öldürüp hakkını yemeyelim elbette. Konuşmaktan bile çekinilen bir konuda dizi çekti, seksenleri anlatmaya çalıştı bunların hepsi olumlu şeyler ama maalesef bütün bunları tam bir seksen kuşağı olarak yaptı. Bir kafa karışıklığıyla, flu bir bakışla ve bir yenilmişlikle. Zaten bunları başarsaydı filmleri bu gün bambaşka bir yerde olurdu bizim için. Çünkü sanatçı doğduğu dönemi analiz edebilendir farklı bir gözle olanları algılayan ve katalizör görevi görebilendir. Her şeyi gördüğün gibi anlattığında anı gibi bir şeydir o; sanattan çookk uzakta bir yerde.