Beyaz Kurdun Oğlu - Fantastik Hikaye Kurgusu

Penetrator God
13-06-2023, 11:06   |  #1  
Penetrator God avatarı
OP Yeni Üye
Teşekkür Sayısı: 0
49 mesaj
Kayıt Tarihi:Kayıt: Şub 2022

Biricik ozanınız Usta Dandelion'un kaleminden...

Rivialı Geralt Nilfgaard'ın vasal dükalığı Toussaint de ki Beauclair Yaratığı'nın kontratını alıp onu öldürdükten sonra Haşmetmeapları Düşes Anna Henriatta tarafından kahraman ilan edildi ve ünvanlarının arasına şeref madalyası Vitis Vinifera Nişanı'nı da ekledi. Ayrıca yanında Corvo Bianco üzüm bağları ile yüksek miktarda altınla ödüllendirildi.

Witcherı en çok heyecanlandıran yeni malikanesi ve arazisinin tapusunu almaktı. Hayatında ilk defa bir mülk sahibi olmuştu Geralt. Bunun için günlerce çalıştı çabaladı. Çünkü bölgenin etraflıca elden geçirilmesi gerekiyordu. Corvo Bianco tadilatı tamamlandıktan sonra tıpkı eski günlerinde olduğu gibi pırıl pırıl olmuştu.

Ardından Geralt buraya kalıcı olarak yerleşmeye karar verdi. Bir asırlık witcher hayatı onu çok yorgun düşürmüş olmalıydı. Canavarları ve canavarlaşmış insanları kesmekten sanki bıkmıştı. Artık dinlenmeyi hak ettiğini düşündü ve ondan hiç beklemeyeceğim şeyi yaptı; 1272 sonlarında gümüş ile çelik kılıçlarıyla zırhını evinin bir köşesine astı. Geralt inzivaya çekildi.

Sessiz ve sakin geçen birkaç ay sonunda Geralt'ın başlarda önyargı ve şüpheleri olmasına rağmen bu hayata oldukça rahat uyum sağladığını fark etti. Corvo Bianco halkı da yeni yöneticilerine alışmış ve benimsemişti. Herkes Geralt'ın yönetiminden çok memnundu. Sadece bazen Geralt'ın witcher oluşu sorun yaratıyordu ama bunlar konuşarak çözülmeyecek şeyler değildi.

O da insanlarının bu inancını ve güvenini boşa çıkarmamak için elinden geleni yapıyordu. Bahçelere cıvıl cıvıl renklerde çicekler ekiyor, fidanlar dikiyor, tarlaları sürüp biçiyor, hayvan sürülerini otlatıp yemliyordu. Gününün sekiz saatini çiftlikte köylülerle çalışarak geçiriyordu.

Varını yoğunu Corvo Bianco'nun gelişimi uğruna harcıyordu. Kısacası yılların Blaviken Kasabı sıradan bir köylü gibi yaşıyordu. Bunlar normal bir insanın hayatı için sıradan şeylerdi ama konu Geralt olunca çok şaşırtıcı geliyordu kulağa.

Hafif esen serin bir yaz sabahı Geralt, sevgilisi Mariborlu Triss Merigold'dan bir mektup aldı. İçinde yazanları okuyan Ak Kurt çok şaşırmıştı. Triss yakın zamanda yaptığı olağan dışı bir keşiften bahsediyordu.

Triss, bazı bulduğu eski el yazmalarından Profesör Moreau adındaki birinin witcher genetikleri üzerinde gerçekleştirdiği araştırmaları öğrenmişti. Tesadüf üzere bu adamın atölyesi, Toussaint de bulunuyordu.

Keşfin onun için önemini kısa sürede kavrayan Geralt, profesörün laboratuvarını bulmaya karar verdi. Geralt bu imkansız gibi görünen macerasında zihnen, ruhen, hemde bedenen yıpranmış ve onlarca çeşit engelle karşılaşmıştır. Her şeye rağmen oraya ulaşmayı başardı tabii ki.

Geralt atölyeyi araştırdıktan sonra Profesör Moreau'nun amacının mutasyonları tersine çevirerek oğlu Jerome'nin witcher oluşuna bir çare bulmak olduğunu öğrendi. Profesör planlarında deneklerinin üzerinde yaptığı acımasız testlerle istediği sonuca ulaşmıştı.

Ancak oğlunu tedavi etme fırsatı bulamamış. Çünkü bunun öncesinde Jerome aldığı bir yaratık kontratı sırasında Tepegöz tarafından öldürülmüş. Profesör de daha sonra kendini intihar etmiş.

Bu acıklı hikaye karşısında soğuk bir witcher kalbi bile dayanamazdı. Profesörün yaşadıklarına Geralt üzülmüş fakat diğer yandan bu başarısı hoşuna gitmiş. Yine de üzerinde nasıl bir etki yaratacağı kesin olmayan belirsizliklerle dolu gizli bir formülü kendi üzerinde deneyip denememesi konusunda kararsız kalmıştı.

Ama sonra her zaman derinlerinde bir yerlerde bastırdığı normal bir insan gibi yaşama arzusunun hayaline kendini kaptırarak büyük bir risk alıp bu iksiri kanına karıştırmış. Neyse ki şansına korktuğu başına gelmemiş ve içindeki tüm mutasyonlardan arınmış. Geralt yabancısı olduğu bu hayatı yaşamak için sabırsızlanıyormuş.

Onu diğer insanlardan ayıran fiziksel özellikleri, becerileri yok olmuş. Kedi gözleri, süt beyazı saçları, gece görüşü, hastalık bağışıklığı, güç,hız,dayanıklılık, refleksler, işaretler, altıncı his, hızlı vücut iyileşmesi, ve diğer witcher yetenekleri. İşten eve evden işe, her sabah erkenden kalkıyor yüzünü ve ellerini yıkıyor, kahvaltısını edip işine gidiyormuş.

Evine geldiğinde ise ellerini yıkıyor ve akşam yemeğini yiyip erkenden yatıyormuş. Çevresindeki insanlar artık ona bir ucubeymiş gibi bakmıyorlarmış. Daha sonra Triss Geralt'a bir süpriz yaparak Corvo Bianco'ya taşındı. Sonra görkemli Beauclair Sarayı'n da herkesin davetli olduğu bir törenle nikahlarını kıyarak evlendiler. Ne yazıktır ki sevgilim Priscilla'nın tedavisi nedeniyle o zaman katılma şansı yakalayamamış, onlara bu günlerinde eşlik edememiştim.

Ve İkisi gerçekten mutlu mesut yaşadılar. Çok mutlulardı ancak her yeni kurulan alede olduğu gibi mutluluklarında hissettikleri tek eksikleri vardı o da evin içinde bir çocuk sesiydi. Geralt evlatlık almak istiyormuş ama Triss bu konu her açıldığında somurtarak reddediyormuş.

Triss birkaç yıl boyunca Geralt'tan gizlice bir büyü üzerinde çalıştı. Bu büyü sahirelerin kısırlığını düzelten türden bir büyüydü. Nihayet Triss 1274'te bunu yaptı. Kendi kısırlığını tedavi etti. Artık önlerinde çocuk sahibi olmalarıyla ilgili bir engel kalmamıştı. Geralt başlarda Triss'in ondan bunu gizlemiş olmasına kızdı. Ama sonra anladı ve kabullendi.

Bir buçuk yıl sonra 11 Aralık 1275'te erkek bir bebekleri oldu. Adını Teias'L koydular. Aen Elle elflerinin dilinde anlamı: Soylu kan, başkan yani asil bir soydan gelen kimse demekti. Ciri'nin ısrarlarıyla bu ismi koymuşlardı ona. Evet sabırlı okuyucu Geralt'ın manevi kızı Cirilla'da ziyaretlerine gelmişti Toussaint'a. Yanında Geralt'ın Kurt Okulu'ndan olan witcher dostlarıyla, Eskel ile Lambert'la gelmişti.

Geralt ile Triss'in evliliklerini kutladılar, küçük Teias'L'ı görüp birkaç hafta Corvo Bianco'da kalıp ve ayrıldılar. Geralt'ın tüm ricalarına rağmen Ciri yanlarında kalmayı kabul etmemişti. Hayatından memnundu ve yarı witcher olduğundan yapılacak tonla kontrat birikmişti.

Tabii ki bu olaylardan kısa sürede bizde haberdar olduk. Cirilla gideli çok olmamıştı ki eski tanıdığım Zoltan'la ve o sırada y iyileşme aşaması neredeyse tamamlanmış olan Priscilla ile beraber birlikte Toussaint'a seyahat ettik. Hiç oyalanmadan direk ayağımızın tozuyla Corvo Bianco'ya geldik. Geralt'la eşi Triss bizi çok güzel karşılayıp ufak bir kutlamayla ağırladılar.

At arabasından inene kadar çevremizi pek görememiştim. Geralt'ın evine geldiğimiz sırada etrafı biraz gözlemleme şansı yakaladım. Bu diyar çok göz kamaştırıcıydı. Sanki "fani dünyanın cenneti" denilebilecek kadar kusursuzdu.

İhtişamlı topraklarının manzaralarıyla bana yeni yazdığım şiirlerimde ve baladlarımda ilham kaynağı oldu. Güzelliklerini tasvirlemeye kalksam buraya sığmaz ayrı bir bölüm gerekirdi. İçimden doğal olarak o leş kokulu bataklıkla kaplı harabe Velen'e tekrar dönmek hiç gelmedi.

İşte siz değerli okuyucularımın fark ettiği üzere olaylar bu noktadan sonra Geralt'ın oğlu küçük Teias'L'ın etrafında şekillenecekti. Bu bölümü daha fazla uzatıp amacından saptırmak istemiyorum ve okurlarımı bekleyen savaş, aşk, dram ve macera dolu kitabımla başbaşa bırakıyorum...

1276 yılı. Toussaint pek de sert geçmeyen bir kıştan yeni çıkmıştı. Martın son günleri yaşanıyordu. Birkaç gündür tam manasıyla bir bahar şenliğiyle renklenmişti Corvo Bianco'nun bahçeleri. Çünkü ağaçlar erken çiçek açmıştı bu sene...

O gün malikanede ise birkaç aydır süregelen bir başka şenlik devam ediyordu. Sabah Mariborlu Triss Merigold'un kucağı, bebeğinin sıcaklığıyla ısınmıştı. Teias'L'ın yüzü de pencereden ışık saçarak parlayan güneş gibi aydınlıktı.

Triss, minik oğlunun güzelliğini seyrediyordu. Diğer taraftanda tanrıya dualar edip şükrediyordu. Ancak ne yazık ki Teias'L'ın bahtı, annesi Triss'in dilediği gibi açık olmadı pek... Küçük Teias'L daha dört buçuk yaşındayken babası Geralt, amansız bir hastalığın pençesine yakalandı.

Geralt Profesör Moreau'nun ilacını kendine enjekte ettikten sonra kaybettiği pek çok insan üstü yeteneğinin yanında bazı diğer olumsuz yan etkiler yaşadı. Witcherların uzun ömür ve uzun süreli gençliğinden de mahrum kaldı. Bu onun bedenen daha hızlı çökmesine ve hastalıklardan daha çok etkilenmesine neden oldu.

Zaten Geralt witcher iken yüz yaşını geçmişti. Mutant özellikleri yok olunca gerçek yaşı birkaç yıl içerisinde vücuduna yansıdı. Witcher olduğu zamanlarda daha orta yaşlarında bir adam gibi görünürdü.

Fakat zayıf ve kırılgan sıradan insan bedeninde bunu daha fazla kaldıramadı. Rivialı Geralt ölüm döşeğine düştü. Triss baş ucundan hiç ayrılmadı. Bildiği tüm şifa büyülerini Geralt'ın üstünde denedi ama hiçbiri çare olmadı.

Geralt'ın birkaç ay süren yaşam mücadelesinin sonunda, yağmurlu bir günde sabaha karşı yatak odasında uyurken 17 Eylül 1280 tarihinde, 115 yaşında hayatını kaybetti. Teias'L yetim kaldı.

Cenaze töreni yapılarak Geralt'ın naaşı malikanenin bahçesine defnedildi. Sevgili dostum, huzur içinde yat. Gözün arkada kalmasın....

Ayrıca cenaze sırasında bir süprizde yaşanmıştı. Son dakika davetsiz bir misafir Geralt'ın eski sevgilisi Vengerbergli Yennefer'de katılmıştı törene. Ancak aramıza girmedi. Uzaktan izledi. Uzun zamandır ortalarda görünmüyordu. Tam olarak hatırladığım gibiydi. Zerre kadar değişmemişti. Mağrur ama üzgün haliyle bakışlarını bizden kaçırıyordu.

Her zaman ki gibi tavırları soğuk ve mesafeliydi. Geralt gömüldükten sonra bizle hiç konuşmadan arkasına bile bakmadan çekip gitti ve o günden sonra onu bir daha gören olmadı.

Triss Corvo Bianco'dan taşınmayacağını yani kalacağını açıkladı. Ardından üzüm bağlarının yönetimini devraldı. Eşi ve tek yakını olduğundan Geralt vefat edince ona geçmişti hakları. Kırk gün Triss ve Corvo Bianco halkı Geralt'ın yasını tuttu. Onun anısına merkeze küçük bir anıt yapılarak dikildi.

Triss henüz daha çok gençti. Buna rağmen yeniden evlenmek istemedi. Öyle veya böyle bu konu açıldığında ve talipleri çıktığında, çok erken yitirdiği kocasının da sevgisini yükleyerek, yavrusunu bağrına bastırıp:

"Geralt'ın hatırası Teias'L'ım bana yeter." diyordu...

Teias'L zekiydi, yetenekliydi, çalışkandı. Birçok yönden yaşıtlarına göre üstün olduğunu, okuldayken kanıtladı. Üstelik yaşının çok üstünde bir güç ve cesarete sahipti Teias'L. Ondaki bu özellikler şövalyelerde yoktu. O, bunu da mahalledeki yaşıtlarıyla oynadığı oyunlarla ispat etti.

Nilfgaard'ın bitmek tükenmek bilmeyen savaşlarla geçirdiği bir diğer yıl daha geri de kalmıştı. Askere gidenlerin çoğunluğu geri dönmüyordu. Dönenlerse, bir uzvunu yitirerek savaş dışı kalanlardı. Yeni nesil çocuklar, bu gazilerden dinledikleri gerçek kahramanlık hikayelerinden etkilenerek büyüyorlardı. Bu nedenle de oynadıkları oyunların pek çoğu vurdulu kırdılıydı.

Teias'L da bu tür oyunları seviyor, bütün oyunların baş kahramanı o oluyordu. Grup oyunlarında takım arkadaşları tarafından hep o komutan seçiliyordu. Çünkü onların arasında güç ve cesaret konusunda Teias'L'nın üstüne yoktu.

Tarih 20 Ekim 1285. Teias'L mahalle arkadaşlarıyla birlikte Turnuva Alanı'na inmişti. Bu yer Toussaintlılar için kutsal olan gelenekselleşmiş yerel festivaller sırasında dünyanın dört bir yanından gelen görkemli şövalyelelerin turnuvalarına ev sahipliği yapmaktaydı.

Teias'L'da büyüdüğünde bir şövalye olup burada düzenlenen müsabakalara katılarak en iyisi seçilip bu onuru yaşamak istiyordu. O gün işte Teias'L ve tayfası oynayacakları 'Fatih' adındaki oyun için büyük arenanın yakınlarında ağaçlık bir alan seçtiler. Ardından hazırlıklara hemen koyuldular.

Ağaçların etrafını büyük kayalarla ördüler. Bir kale inşaa ettiler. Bir taraf savunan olacaktı diğer tarafta saldıran. Saldırı ordusundaki savaşçıların amacı kaleyi fethetmekti. Bunun içinde surlarda gedik açmaları gerekiyordu. Tıpkı gerçek savaşlarda olduğu gibi...

Kayalar çok ağırdı. Bazıları iki üç çocuğun kaldırabileceği büyüklükteydi. Bunların sökülüp atılması için kas gücüne ihtiyaç vardı. Tabii savunan taraftaki askerlerinde bunu püskürtmek için kayaların üstünden tahtadan kılıçlarla, kalın ağaç dallarından mızraklarla veya çubuktan yapılmış yay ile oklarla her yolu denemeleri serbestti.

Oyun kararlaştırılıyor, ekipler kuruluyordu. Tam o anlarda birden tartışma başladı çocuklar arasında:

"Teias'L kimden olacak bu sefer?"

"Elbette bizdendir."

"Hayır, geçenki 'Arena' oyununda sizin taraftaydı."

"Eski dosttan düşman olmaz! O, bizim komutanımız olmalı."

"Ama olmuyor ki! O zaman kesin siz kazanırsınız yine!"

"O halde biz Teias'L'ı alalım sizde ona karşılık bir kişi fazla olun."

"Hayır! İki kişi olursa kabul."

Teias'L için bu hiç fark etmezdi. Sonunda yine onun bulunduğu taraf kazanacaktı. Birliğin komutanı olarak en önce o ileri atıldı. Tek başına, kendisine yapılan saldırılara karşı korunmaya çalışıyor, diğer yandanda devasa kayaları tuttuğu gibi tek eliyle sağa sola savurmakla uğraşıyordu.

Yani beş altı kişilik taarruz birliğinde, bütün işin neredeyse yarısından fazlasını Teias'L üstlenmişti. Diğer savaşçılarda ancak ona yardımcı olmaya çalışmakla meşgullerdi. Nihayet gedik açıldıktan sonra fetih kuvvetleri, kaleye girdi. Ama şehrin sahipleri, ağaçların gövdelerine sarılmış ya da üstüne çıkmıştı. Teias'L ve savaşçıları onları birer birer söküp ya da aşağa indirip yere yatırıp ellerini bağlayarak esir aldılar.

Sonucu zaten baştan belliydi. Galip taraf Teias'L olmuştu. İşte verdiğim örnek bu tip oyunlarda onun paylaşılamamasının sebebiydi. Anladığınız gibi onun bulunduğu taraf ister savunmada olsun ister taarruzda, mutlak zafere erişiyordu. Çünkü Teias'L daha 10 yaşında bir çocuk olmasına rağmen arkadaşlarının hepsinden hem daha cesur hem de her birinden neredeyse on kat daha kuvvetliydi...
Yıl 5 Mart 1297... Teias'L yirmi bir yaşına gelmişti. Yakışıklılığıyla artık Toussaint'te onu gören evlenme çağında olan genç kızların gönüllerinden ve dillerin düşmüyordu. Tanrı onu pekçok konuda olduğu gibi yüz güzelliğinde de kusursuz yaratmıştı.

1.93 cm boyundaydı ve 103 kg ağırlığındaydı. Geniş omuzları, kaslı pazılı kollarıyla üçgen vücut yapısıyla da birleşen karizması onu karşı cinste inanılmaz çekici ve seksi kılıyordu. Corvo Bianco bağlarında çalışan genç güzellerin kendi aralarında ettikleri sohbetlerde, bir kezde olsa mutlaka 'Teias'L' ismi geçerdi.

"Dün akşam üstü Triss hanımın oğlu geçti bizim sokağın önünden gördünüz mü kızlar?"

"Gördüm ya şekerim... Gördüm de içim öyle bir tuhaf oldu ya, inan ki..."

"Geçen hafta da atıyla bizim evin önünden geçmişti. Arkasından ağzımız açık öylece bakakalmıştık..."

"Ben yeni gördüm. Geçen gün ablam pencereye çağırıp da gösterdi, 'Bak, merhum beyimiz Geralt'ın oğlu bu' diye. Ben böyle erkek ömrümde ilk defa gördüm. Görür görmez aşık oldum! İlk fırsatta onunla yatmayı kafaya da koydum! (Kahkaha Atar)"

Ama onlar mecburen şanslarına küsecektiler. Çünkü zaten Teias'L çoktan birine aşık olmuştu. O Düşeş Anna Henrietta'nın biricik kızı Helga'dan başkası değildi. Helga daha on sekizinde bir esmer güzeliydi. Toussaint'in en güzel kızıydı. Güzelliği öylesine dillere destanki bir masal gibi. Onu bir kere görenin bir daha unutması neredeyse imkansızdı. Ülkedeki her erkeğin rüyasıydı onunla evlenebilmek. Herkes ona tutkun, gönlünü kaptırmış. Ancak o da, Teias'L'a aşıktı. Bu yüzden ondan başka her talibine gözünü ve gönlünü kapatmıştı.

Teias'L ile Helga, Geralt'ın Toussaint'i Beauclair Yaratığı'ndan kurtarışının yıl dönümü kutlamalarında tanışmışlardı, bundan beş yıl kadar önce. Birbirlerini görür görmez de hemen sevmişlerdi. O gün, Helga Beauclair Sarayı'ndaki kutlama sırasında bir kuzeni onları tanıştırdı. Bahçedeki çardağın altında tek başına oturuyordu Teias'L. Daha sonra Helga'yla kuzeni yanına gelip oturdular. Sohbet etmeye başladılar.

"Bak Helga, bu Geralt'ın oğlu Teias'L olur. Ayrıca benim en yakın çocukluk arkadaşlarımdan biridir."

İşte o an ilk defa göz göze geldiler. Bakışları birbirlerine değdiğinde yürekleri tatlı, sıcacık bir sevgiyle dolup taştı. İşte o günden sonra her gece gündüz birbirlerini düşündüler. Akıllarından bir türlü çıkmadılar. Teias'L iki günde bir şehre sırf onu görmek için gidiyordu. Fakat sevgilerinden kimseye bahsetmiyorlardı.

Daha kendileri bile bir fırsatını bulup karşılıklı bu konuda açılamamışlardı. İçten içe, gizliden gizliye, daha fazla sevdiler birbirlerini günden güne. Teias'L iki günde bir sarayın Helga'nın odasının bulunduğu bölümün önünden geçiyordu. O geçerken Helga, balkonda bekliyordu. Ancak bir göz atımı mesafesinde çok kısa bir süreliğine görebildiler birbirlerini her defasında. Ama bu bile yetiyordu karşılıklı duygularının kabarıp aşka dönüşmesine.

Ama sevgili okuyucular, daha öncedende dediğim gibi Teias'L ile Helga kimsenin bu ilişkilerini bilmesini henüz istemiyordu. İkiside birbirlerine karşı duydukları sevdadan emindi. Sadece doğru zamanı bekliyorlardı. Bu olduğunda hemen evlenmeyi planlıyorlardı. Kurdukları hayellerin gerçek olması için hergün Aziz Lebioda'dan dualarla diliyorlardı.

İki tarafta bunu annelerine nasıl söyleyeceğini düşünüyordu. Teias'L ile Helga bunu sabırla beklerken, annelerinin bu konuyu onlara açmasıyla evlenme vakitleri aniden beklemedikleri şekilde kendiliğinden gelmişti...

Triss Merigold ve Düşeş Anna Henrietta evlatlarının artık evlenme çağına geldiklerini düşünüyorlardı. İki anne de bilmeden onları üzecek şekilde mutluluklarını istiyordu. Elbette ikisininde sayısız talibi vardı.

Anneleri de aralarından onlar için bir an önce münasip birilerini seçmeleri gerektiğini söylediler. Bu konu aniden açıldığında Teias'L ve Helga bunu şiddetle reddettiler. Onlarda evlenmek istiyorlardı fakat sadece birbirleriyle.

Anneleri bundan habersiz olduğundan çocuklarının bu tepkilerini anlayamadılar. Bu yüzden bir açıklama bekliyorlardı. Teias'L'a bu konu da daha rahat olan taraftı çünkü annesi Triss ona karşı çok anlayışlıydı. Helga'yı sevdiğini öğrendiğinde oğlu için mutlu oldu ama diğer taraftanda kafasında şüpheler oluştu.

Helga ülkenin en önemli insanının kızıydı. Kendi oğlu ise sıradan bir vatandaştı. Tamam rahmetli Geralt'ın oğlu olması sebebiyle her tarafta saygı duyuluyorlardı fakat bununda bir sınırı vardı. Bu ünleri bile koskoca Düşeş'in sarayının kapılarını çalıp biricik kızlarını isteme gibi bir cürretkarlık sağlamıyordu ki Teias'L'dan soylu tabaka da yer alan Toussaint'lıların gözünde onlarca daha iyi soylu aileye mensup genç dururken.

Triss bu durumu oğluna anlatmaya çalışsa da Teias'L'a dinlemek istemedi. Sevgilerinin önünde kimsenin durmasına izin vermeyeceklerini belirtti. Triss'te buna saygı duymak zorunda kaldı çünkü başka türlü oğlunu kaybedecekti.

Helga'nın ise bunu annesine açıklaması daha zordu. Yanlış bir şeyler söyleyerek sevdiği adamın başını derde sokmak istemiyordu. Anna Henrietta'ta buna çok ters bir şekilde davranabilirdi. Bir saygısızlık olarak algılayıp şiddetle karşılık verebilirdi. Ya da hiçbirşey demeyedebilirdi.

Ama Helga bu tür konularda annesinin tutumlarındaki dengesizliklerini bilecek kadar onu iyi tanıyordu. Risk büyüktü ve güvenemiyordu. Bu yüzden ne yapması gerektiğine karar veremedi. Öteki taraftan Düşeş ülkedeki kızı için en iyi adayı seçebilmesi için bir yol olduğunu söyledi.

Turnuva Alanı'nın da düzenlenecek büyük bir mücadele tertiplemeyi planlıyordu. Kızıyla kendilerini evlenmeye layık gören her şövalye bu turnuvaya katılabilecekti. Ancak sadece sonunda galip gelen bir kişi olacaktı.

Ve karşılığında Düşeş Anna Henrietta'nın en büyük hazinesine sahip olma hakkı kazanacaktı. Güzeller güzeli kızı Helga ile evlenmek tabii ki de. Helga annesinin emrivaki tavrından çok rahatsız oldu fakat bunu annesine karşı dile getiremedi. Annesi ona fikrini sormadan önce çoktan nasıl evlenmesi gerektiğini Helga'nın yerine düşünmüştü. Bu ondan gelen bir rica da değildi ayrıca.

Helga, Teias'L'ya bir mektup yazarak kötü haberleri ulaştırdı. Teias'L bunu öğrenir öğrenmez çok öfkelendi. Ancak mektupta Helga'nın yazdığı bazı şeylerle kendini yatıştırmayı başardı. Helga onu ne olursa olsun onu tüm kalbiyle sevdiğini ve ona turnuva konusunda sonuna kadar güvendiğini yazmıştı.

Teias'L'da kararını verdi. Yaşanan olayı annesine anlattı ve onunda rızasını aldıktan sonra turnuvaya adını yazdırmak için yola koyuldu.

Cazibelerle dolu bir masallar diyarı olan Toussaint'ta kutsal olan iki gelenek vardır: Birincisi Peygamber Lebioda'nın öğretileri, ikincisi de onun şövalyelerine rehberlik eden erdemler. Bunlar, genç adamları, kabiliyetlerini yiğitlikleriyle ve zorlu turnuvalarla ispatlamaya davet eder.

Aşk çok hızlı açan bir çiçek gibidir. Ya da kıvılcımları çok daha hızlı alev alan bir yangın. Teias'L, acı verici bir güzelliği olan Helga'yla güzel tutkulu bir aşk yaşıyordu. Uzun yıllar önce annesi Anarietta ile benimde benzer anılarım olmuştu. Ama konumuzdan sapmadan Teias'L'nın maceralarına dönelim.

Çarpıcı Helga, yakışıklı Teias'L'ya sıkıntı dolu bir mektup yollamıştı. Annesi onu zorla evlendirmek istiyordu. Buna bir turnuvanın sonucunun karar vermesine izin verecekti. Bu konu da sevdiğinden yardım istediğini yazmıştı. Tabii ki Teias'L'da hemen tüm hararetiyle sevgilisi için turnuvanın çeşitli yarışmalarında yer almayı kabul etti.

Geleneğin bir diğer gerekliliği olan şey turnuvaya katılan kişinin seçebileceği bir isimdi. Teias'L babasının en sevdiği takma isimlerinden biri olan Sör Gwynbleidd'i seçti. Teias'L oyunların hepsinde üstün bir başarı sergiledi. Rakiplerinin hepsine fazla zorlanmadan fark attı.

Bu aslında onun çocukluğundan beri tek hayaliydi. Birgün büyüyüp bu arenada mücadele edip kazanan olmak. Ama şu an bu umrunda bile değildi. Çünkü bunu aşkı için yapmıştı. Onu kaybetmemiş olmak her şeye bedeldi. Yaşadığı mutluluk bunun içindi sadece.

Ancak bu kısa sürdü. Turnuva Alanı kutlamalar sırasında Vahşi Av tarafından saldırıya uğradı. Olay birden oldu ve ne olup bittiği anlaşılana kadar kontrolden çıkıp insanlar ölmeye başladı. Seyirciler korku içinde çığlıklar atarak kaçışıyorlardı. Muhafızlar ise Vahşi Av'ın askerlerine karşı savaşıyorlardı.

O anlarda Teias'L'da muhafızlara yardım ediyordu. Bunu gören diğer yarışmacı şövalyelerde ona katıldılar. Birkaç şövalye ile muhafız düşmüştü fakat Vahşi Av'ın kayıpları bundan daha da fazlaydı. Geri püskürtüldüler. Çekilmek zorunda kaldılar. Teias'L'nın aklı hala Helga'daydı. Gözleri onu arıyordu. Güvende olduğunu görmeliydi.

Helga annesiyle birlikte hala korumalarla dolu avludaydı. Endişe içinde olan biteni takip ediyorlardı. Teias'L onun iyi olduğunu görünce bir an rahatladı. Ardından avlunun ortasında bir portal açıldı. İçinden büyücü bir Vahşi Av askeri çıktı. Korumalar hemen üzerine atıldılar fakat büyük bir patlama yaşandı.

Korumaların hepsi ölmüştü. Ancak büyücü sapasağlam şekilde elinde asasıyla orada kalmıştı ve Anna Henrietta ile kızı Helga'yla arasında başka bir engel kalmamıştı. Teias'L bunu görünce hemen yanlarına doğru hızla koşarak yetişmeye çalıştı.

Tam avlunun olduğu kata gelmişti ki büyücü Helga'yı yakaladı. Anna Henrietta buna engel olmaya çalıştı fakat büyücü onu elinin tersiyle vurup yere düşürüp bayılttı. Teias'L tam kılıcını çekip büyücünün üzerine atlıyordu ki birden portal açılıp içinden geçerek Helga'yla birlikte kayboldular.

Bu olduğunda Teias'L ne yapacağını şaşırdı. Kendini kaybederek öfkeden çılgına döndü. Kendine gelmesi birkaç dakika sürdü. Sonra yerde baygın olarak yatan Düşeş'e ve artık müstakbel kayınvalidesine yaklaşıp kontrol etti. Nefes alıyordu.

Tam her şey yoluna girmeye başlamıştı. Teias'L ile Helga'nın aşklarının arasında hiçbir engel kalmamış gibiydi. Evlenip sonsuza kadar mutlu olacaklarını sandıkları anda bu olay patlak verdi. Şimdi Teias'L ondan çalınan kayıp eşini bulmalıydı. Bunun için yapamayacağı şey yoktu...

Son Düzenleme: Penetrator God ~ 13 Haziran 2023 11:09 Neden: