İnsanlar her şeyi "gözleriyle" gördüklerini zannederler. Bunun sebebi, doğdukları andan itibaren aldıkları dış telkinlerdir. Oysa gören "göz" değildir ve bu bilimsel bir gerçektir Nitekim gözlerin (ve gözlere bağlı olan milyonlarca sinir hücresinin) tek görevi, görme işleminin gerçekleşmesi için beyne mesaj iletmektir. Lisede öğretilen, dolayısıyla lise öğrenimi görmüş herkesin vakıf olduğu bu bilgiyi burada bir kez daha tekrarlayarak hatırlayalım: Bir cisimden gelen ışık, gözün ön kısımında bulunan mercekten geçer ve görüntüyü arka kısımdaki bölgeye yansıtır. Retina adlı tabakaya düşen görüntüler, buradaki milyonlarca sinir ucu tarafından elektriksel akıma dönüştürülür ve beyindeki görmeyle ilgili merkeze iletilir. Beyin, bu sinyalleri üç boyutlu, anlamlı görüntüler haline getirir ve böylelikle görüntü algılanır. Diğer bir anlatımla; görme eksenine gelen ışık demetleri anında elektrik sinyallerine dönüştürülür ve böylece biz bu sinyalleri renkli ve üç boyutlu bir dünya olarak görürüz.
Bu bilgiden çıkan sonuç ise şudur:
· Bizler hayatımız boyunca, gözlerimizle gördüğümüzü zannederiz. Oysa göz görmez, sadece elektrik sinyallerini görme merkezine iletir.
· Kulaklarımızla duyduğumuzu zannederiz. Oysa duyan kulaklarımız değildir. Kulaklarımız sadece elektrik sinyallerini duyma merkezine iletir.
· Dışarıdaki dünyanın aslıyla muhatap olduğumuzu zannederiz. Oysa dışarıda dünya vardır ama biz bunun aslıyla hiçbir zaman muhatap olamayız, beynimizdeki küçücük bir noktanın içindeki dünyayı görürüz.
Bilimin gösterdiği bu gerçeğe göre, biz, örneğin denizin üzerinde gitmekte olan bir tekneye baktığımızda denizi ve tekneyi gözlerimizle görmeyiz, çünkü bu manzaraya ait görüntü gözümüzün önünde değil, beynimizin arka tarafında oluşur. Büyük bir villanın sahibi olan kişi villasını, bahçesini, otoparktaki arabasını, villasında çalışan insanları, ailesini, arkadaşlarını gözleriyle gördüğünü zannederken, aslında bu kişi beyninin arka tarafındaki küçücük bir bölgede tüm bu sayılanların asıllarını değil sadece kopyalarını görmekte, kopyalarıyla muhatap olmaktadır. Ya da kafesteki kuşu seyreden bir insan, kafesi ve kuşu zannettiği gibi gözleriyle görüyor değildir. Işık bu kişinin gözündeki retinaya geldiğinde, retinada kafesin ve kuşun ters ve iki boyutlu görüntüleri oluşmakta, ardından bu görüntü, elektrik akımına dönüşerek beynin arkasındaki görme merkezine ulaşmakta ve kafes ile kuşun düz, üç boyutlu ve kusursuz görüntüsü burada görülmektedir.
"Gözümle görüyorum" diyenleri yanıltan, derinlik algısıdır
Karşımızda duran kişiye baktığımızda, biz, onun ancak beynimizde oluşan kopya görüntüsünü görürüz. Hiçbir zaman ve hiçbir şekilde o kişinin aslını göremeyiz.
Örneğin televizyon seyrederken televizyonda, hareketli ve renkli oldukları için bize "gerçekten var" gibi görünen görüntüleri görür ve bunları da kesin olarak gözlerimizle gördüğümüzü iddia ederiz. Oysa televizyon seyrederken bizler yalnızca beyinlerimizdeki küçücük alanda elektrik akımlarının meydana getirdiği görüntüleri seyretmekteyizdir.
Aynı şekilde, etrafımızda gördüğümüz her şey; bahçeler, ağaçlar, çiçekler, evimiz, evimizdeki bütün eşyalar, sahip olduğumuz bütün mal-mülk, ailemiz, arkadaşlarımız… hepsinin sadece beynimizin içerisindeki kopyalarıyla muhatap oluruz.
Kısacası şu apaçık bir gerçektir ki, bugüne kadar hiçbirimiz hiç kimsenin ya da hiçbir eşyanın aslını göremedik. Bizler maddesel dünyanın ancak görüntüsüyle muhattap oluruz.
Bu son derece açık ve kesin olan gerçeği insanların kavramasını engelleyen en önemli unsurlardan biri, gördüğümüz şeylerin aslıyla muhatap olduğumuz yanılgısına kapılmamızı sağlayan "derinlik algısı"dır. Camdan bakıldığında karşıda görülen apartmanla, bakan kişinin arasındaki uzaklık hissi onu bu gerçeğe inanmaktan alıkoyabilmektedir. Bu nedenle bazı insanlar, "Tamam, bütün görüntü beynimde oluşuyor, ama her şey beynimdeki küçücük bir noktaya nasıl sığıyor? Örneğin camdan baktığımda gördüğüm apartmanlar, yollar, arabalar ve ben, hep birlikte nasıl aynı noktada bulunabiliyoruz?" diye düşünebilmektedir. Oysa "uzaklık" da, beyinde meydana gelen bir boşluk hissinin algılanmasından başka bir şey değildir. Dolayısıyla insanın kendisinden uzakta zannettiği şey de, aslında yine beynindeki küçücük bir noktada oluşmaktadır. Bunu şu örnekle daha iyi anlayabiliriz: Televizyon düz bir satıhta iki boyutlu görüntü oluşturduğu halde, ışık, perspektif ve gölge oyunları kullanıldığında bu düz satıhta üç boyutlu, derinlikli bir görüntü oluşturulabilmektedir. İşte beyinde oluşan algı da buna benzerdir. Beyinde oluşan iki boyutlu görüntüde biz uzak mesafeler algılayabiliriz, ama aslında bunların hiçbiri bizden uzakta değildir, aksine hepsi içimizde, beynimizdeki küçücük bir noktadadır. Gözümüzün gördüğü her yeri alabildiğine saran masmavi gökyüzü, denizin ufuk çizgisinde yükselen dağlar, Güneş, yıldızlar, içinde bulunduğumuz oda, üzerinde oturduğumuz koltuk… hepsinin kopyaları beynimizdeki küçücük noktada oluşmaktadır.
Bu konuyu daha iyi anlayabilmek için gördüğümüz rüyaları düşünebiliriz. Rüyalarımızda çok net ve gerçekçi görüntüler görürüz. Hiç gitmediğimiz ülkelere gider, hiç tanımadığımız insanlarla konuşur, sürat motorları, yarış arabaları kullanır, lezzetli yiyecekler yer, güzel bahçelerde dolaşır, sevinç, heyecan, korku gibi çeşitli duygular yaşarız… Gördüklerimizin gerçek olduğuna o kadar inanırız ki, kimi zaman uyandığımızda, kısa bir süre, gördüğümüz şeyin gerçek olup olmadığını düşünmekten kendimizi alamayız. Peki rüyayı gerçekten ayıran nedir? Her ikisi de zihinde algı olarak yaşanmaktadır. Bu açıdan rüya ile "gerçek" dediğimiz dünya hayatı son derece benzerdir.
İşte burada çok önemli bir konu devreye girmektedir: Bu kadar kusursuz, eksiksiz, mükemmel bir algıyı beyin nasıl oluşturmaktadır? Bu görüntüyü nasıl algılayabilmektedir?
Gerçek şu ki, görüntüyü algılayan ne beyindir, ne de elektrik akımları. Zira beyin yalnızca protein ve yağ moleküllerinden, atomlardan oluşan bir et parçasıdır. Bu durumda bütün görüntüleri atomların gördüğünü, dahası neşe, coşku, korku, heyecan gibi bütün hisleri atomların hissettiğini düşünmek imkansızdır. Öyleyse gören, işiten, güzel bir manzarayı gördüğünde, etkileyici bir müziği duyduğunda zevk alan, sevimli bir tavşan yavrusunu gördüğünde hayran olan, çileğin, karpuzun, şeftalinin tadından hoşlanan, bir dostunu gördüğünde sevinen kimdir? Hiç kuşkusuz bütün bunları yapan “göz” olmadığı gibi, “beyin” de değildir. Bu, hepsinin ötesinde bir varlık olan "ruh"tur.
Görenin kim olduğu materyalizmle açıklanamaz
Maddenin ezeli ve ebedi olduğunu iddia eden materyalizm, başta astronomi ve fizik dallarında ortaya konulan bulgular olmak üzere, 20. yüzyılda elde edilen bilimsel bilgiler doğrultusunda tamamen çökmüştür. Bilimsel araştırmalar, örneğin Big Bang, sabit evren teorisinin geçersizliğini göstermiş, kuantum fiziği maddenin yapısı hakkındaki yanılgıları ortadan kaldırmış, biyoloji ve paleontoloji dalında elde edilen bilgiler Darwinizm’in geçersizliği ortaya konmuş ve bütün bunlar materyalizmin tarih sahnesinden silinmesine vesile olmuştur.
Materyalizmin asla açıklayamadığı konulardan biri de, görüntünün nasıl oluştuğu, beynin içindeki karanlıkta rengarenk bir dünyayı kimin gördüğü, yine beynin içindeki sessizlikte tüm sesleri kimin duyduğudur. Dahası materyalistler bu konuyu düşünmek dahi istemezler. Çünkü bu gerçeği düşünen ve kavrayan kişi, bütün malının-mülkünün, marka kıyafetlerinin, prestijinin… kısacası put edindiği her şeyin ömrü boyunca aslında sadece kopyalarıyla muhatap olduğunu, aslını hiçbir zaman görmediğini kabul etmiş olacaktır. Dolayısıyla aciz bir varlık olduğunu görecek, dünyevi bir temel üzerine kurduğu sahte hayatı yerle bir olacaktır.
Oysa materyalistler kabul etse de etmese de, içinde yaşadığımız evrende gördüğümüzü söylediğimiz herşeyin sadece kopyalarını bilip tanırız ve tüm bunları ruhumuzla algılarız. Ruhumuzu ve algıladığımız bütün görüntüleri yaratan ise Yüce Rabbimiz Allah'tır. Her şey O'nun iradesine bağlıdır. O herşeyin sahibidir. İnsana en yakın olan varlık da Allah'tır. Bu gerçek, Kuran'da, "Andolsun, insanı Biz yarattık ve Biz ona şahdamarından daha yakınız" (Kaf Suresi, 16) ayetiyle açıklanmaktadır.