"Dışarıdan bir ejderhayı andırıyordu ama içinde sıradan hiçbir ejderha da bulunmayan korkunç bir güç barındırıyordu. Karanlık onun etrafında dönüyordu çünkü karanlık aslında onun ruhuydu..."
Yaşayan efsane olan Gri Muhafız Komutanı, Amaranthine Arlı ve aynı zamanda Ferelden Kralı I. Leo Cousland’ın oğlu Axael Cousland tıpkı babası gibi biri olmanın hayalini kurarak büyümüştür.
Ama zamanla fark edeceği gizemli özel yetenekleri vardır. O herkesten hatta her şeyden farklıydı. Belkide evrendeki gelmiş geçmiş en güçlü kişi olma niteliğinde.
Fakat doğumu ve onu saran kehanetle ilgili her şey kendisinden yıllarca saklanmış olan sırlar kim olduğunu merak etmesine sebep oluyor. Bu da gerçek potansiyelini görmesini engelliyor.
Yaralı bir ejderha ile tehlikeli Brecelian ormanında tek başına gezerken karşılaştığında Ferelden krallığını hatta tüm Thedas’ı sonsuza kadar değiştirecek bir dizi olayın fitilini ateşliyor.
Güçlü atmosferi ve derin karakterleri olan Ejderha Çağı evreni gri muhafızlar ve savaşçılar, krallar ve lordlar, onur ve kahramanlık, büyü, kader, canavarlar ve ejderhaların sürükleyici bir destanı.
Aşk ve kırık kalpler aldatma, hırs ve ihanetin fantezi bir dünyada geçen hikâyesi…
Chantry Takvimi: 9:52 Ejderha
Yer: Ferelden, Redcliffe Köyü
Tepenin üzerinde durmuş ufku seyre dalmıştım. Çizmelerimin altındaki çimenli zemin sert ve donmuştu. Etrafımda onlarca kar taneciği uçuşuyordu. Isırıcı soğuğa aldırış etmeyip hedefime odaklanmaya çalışıyordum.
Çevrede şiddetli bir rüzgârın ve uzaktaki bir dalda duran karganın sesi yankılanıyordu. Ben ise o sırada gözlerimi kısmış, Konsantre olarak tüm dünyanın geri kalanından soyutlanıyordum ve kendimi sadece çok uzaktaki çam ağaçlarından oluşan arazide bir başına dikilen, zayıf huş ağacına dikkat etmeye zorluyordum.
Elli yedi metre kadar bir mesafede bulunan bu atış, babamın en iyi adamlarının bile kalkamayacağı bir işti. Ailem arasında ben yani Axael Cousland bu durumlarda herkesten çok daha fazla kararlıydım.
Ama yirmi yıllık şu kısa ömrümde bazı konularda hiçbir zaman yeterince uyumlu olamadım. Elbette bir parçam üvey annemin benden beklediği gibi yapmak ve üst tabakadaki toplumda yerime uygun olarak, diğer soylu aile mensuplarının katıldığı partilerde tıpkı kardeşlerim gibi vakit geçirmek ve kurallara uyan mantıklı bir prens olmakta istemiyor da değildi.
Yine de derinlerimde olan diğer tarafım ise asla öyle biri değildi. O öz babasının oğludur, babam gibi savaşçı boyun eğmez cesur bir ruha sahipti. Görkemli kalelerin taş duvarları arkasında tutulamazdı ve her zaman kalbinin sesine kulak verirdi, mantığa teslim olmadan.
Bütün o gri muhafızlardan çok daha iyi bir atıcıydım. Aslında babamın en iyi askerlerini tüm silah çeşitleri ve dövüş teknikleri konusunda çoktan geride bırakmıştım bile ve herkese hepsinden önemlisi de babama ciddiye alınmam gerektiğini kanıtlamak için her şeyi yapmaya hazırdım. Babamın beni sevdiğini biliyordum ama babam ile üvey annem benim gerçek kimliğimi görmeyi hep reddediyordu.
Buraya Redcliffe Arl’ı ve babamın çok eski bir dostu olan rahmetli Eamon Guerrin’nin cenazesinin yakılma töreni için geldik. Bu uzun zamandır Denerim şehrindeki saraydan ilk ayrılışımız. Üzücü bir gün olmasına rağmen Redcliffe kalesinden uzakta, tek başıma göz alabildiğince uzanan karlı ovaların verdiği özlemiş olduğum özgürlük hissinin tadını çıkarmaya çalışıyordum.
Buraya geleli çok kısa bir süre olmasına rağmen daha şimdiden kendime bir yer bulup çalışmaya başladım. Kalenin düzensiz taş duvarlarını tepeden gören, isabet ettirilmesi zor ağaçların bulunduğu platonun üstünde kendimi eğitiyordum.
Oklarımın ve kılıcımın darbesi köyde yankılanan sürekli bir ses haline gelmişti. O alandaki tüm ağaçlar bu hamlelerden nasibini almıştı, ağaçların gövdeleri epey parçalanmış, bazıları da yan yatar hale gelmişti.
Babamın birçok okçu muhafızının fareler, tavşanlar, kediler ve benzeri hayvanlara nişan aldığını biliyordum; kendimi eğitmeye başladığım ilk zamanlarda bunu bende denemiştim ve o pis kokulu hastalık taşıyan fareleri kolaylıkla çok uzak mesafelerden öldürebildiğimi fark ettim.
Fakat bu iş zamanla midemi bulandırdı. Ben korkusuzdum ancak duyarsız da değildim ve canlı bir varlığı sebepsiz yere öldürmek bana hiçbir şekilde zevk veren bir amaç olamazdı. O zaman, bir daha tehlike altında olup savunma amacı dışında hiçbir canlıyı öldürmeyeceğime dair kendime söz verdim. Her hayat değerlidir ve onu Yaratıcı’nın çizdiği kader uygun görürse yanına alabilir.
Yine de bitkisel canlılarında bizler ya da hayvanlar kadar olmasa da canları olduğu söylenebilirdi. Onlarında azda olsa acı duyduklarına emindim. Seslerini duyamasak ta. Bu durum hala yeterince acımasızca görünüyor olsa da pratik yapmanın daha iyi bir yolunu bulamamıştım.
Bazı yaratıklar ve canavarlaşmış insanlar var ki organik canlı varlıklar hakkında olan inanışımda genelleme yapmamı engelliyor. Geçen yıllarda küçük erkek kardeşim Loghain büyük bir örümcek tarafından ısırılarak yaralanıp, bir ay kadar uzun bir süre yatakta hasta yattığından beri, ormanlarda yaşayan bu iğrenç şeyleri öldürürken vicdani bir rahatsızlık hissetmiyordum.
Bu olay yazın ortalarında dolunaylı bir gece yarısı gerçekleşmişti. Devasa Brecilian ormanı başkent Denerim’e oldukça yakındır. Loghain ile o gün saraydan gizlice kaçıp kasvetli şehrimizin dışına hevesli bir şekilde attık kendimizi. İkimizde şehir hayatının gürültüsünden, kalabalığından ve monotonluğundan sıkılıyorduk.
Yeni heyecanlar arıyorduk. Macera yaşamak istiyorduk. Tıpkı babamız Yüce Kral Leo gibi. Ormanda koşturup atlayıp, zıplayıp tırmanarak ormanı keşfederken zamanın nasıl geçtiğini anlamamıştık Loghain’le. Hava kararmıştı ve farkında olmadan çok uzaklaşıp ormanın derinliklerinde kaybolmuştuk.
Tüyler ürperten tuhaf sesleri duymamızla ve onlarca gözleri olan yaratıkların gölgelerden bizi izlediklerini fark etmemizle irkildik. Yaratıcı’nın Gelini Andraste’ye şükürler olsun ki yay taşıma alışkanlığım sayesinde kardeşimle ucuz yırttık.
Saldırı sırasında aniden bir refleksle korkudan titreyen Loghain’i arkama alıp korudum ve yayımı gerip fazla düşünmeden oku yolladım. Ok havada süzülüp dev örümceğin bir gözünden girip başının arkasından çıkmıştı. Diğer örümcekler bunu görünce daha çok saldırganlaştılar ama elim hızlıydı. Birkaç tanesini daha bize yaklaşmadan vurduktan sonra korkup çekildiler.
O anlarda üzerinde hala isabet ettirdiğim oklarla yerde yatan dev örümcekleri saymakla uğraşırken etrafımızı saran bizi aramaya çıkmış gri muhafızların hayrete düşmüş suratlarla bana bakışlarını gördüğümde heyecandan daha çok ürpermiştim.
Tüm uğraşlarım karşısında küçük kardeşim gene de farkında olmadığım anda örümceklerden biri tarafından sokularak zehirlendi. Ev yolunda giderken anlaşıldı.
Fazla zaman kaybetmeden kardeşimi kucağıma alıp taşıdım şehre kadar. Sarayda şifacılar derhal tedavi ettiler çeşitli büyülerle. Dediler ki geç kalsaydık Loghain belki de hayatının geri kalanında kalıcı olarak felç kalabilirmiş. Öyle bir şey olsaydı kendimi asla affetmezdim.
Hava neredeyse zifiri karanlıktı ve buna rağmen örümcekleri bu mesafeden keskin bir doğrulukta vurabildiğime hala anlamakta zorlanıyordu askerler. Bunun imkânsız olduğunu söylediler. Hiçbir sıradan insanın gözleri bu kadar net karanlıkta göremezmiş.
Bunlar neyden bahsediyordu ki böyle? Ben kendimi bildiğimden beri karanlıkta bir kedi kadar iyi görüp bir şahin kadarda uzağı net görüyordum. Ayriyeten çok iyi koku alma duygusuna ve de keskin duyan iki kulağa sahiptim, hızlı ve bir o kadarda güçlüydüm. Bunlar beni Ferelden’den de en iyisi olduğum diğer bir konu olan avcılıkta da parlayan bir yıldız yapan özelliklerimden sadece bazılarıdır.
Bu tanrının bir kutsaması olmalıydı…
Kendimi odaklanmaya zorluyordum. Elli yedi metre uzaklığına yapacağım atışı kafamın içinde canlandırdım. Yayımı kaldırıp, hızla çenemin altına kadar gerip, hiçbir tereddüt etmeden bırakıyordum.
Derin bir nefes aldım, yayımı kaldırdım, bir kararlılık anında yayı gerdim ve bıraktım. Tıpkı kafamda canlandırdığım gibi. Hedeflediğim ağacı vurup vurmadığımı kontrol etmeye ihtiyacım bile yoktu.
Bir an okun ağaca saplanma sesini duydum, ama o anda çoktan başka yöne dönüp yeni bir hedef arayışına girmiştim bile, daha uzak bir tane.
Ayaklarımın dibinde birden inilti duydum ve Maya’ya baktım. Mabarim Maya, her zaman yaptığı gibi yine yanımda yürüyor ve bacaklarıma sürtünerek ilgimi çekmeye çalışıyordu.
Aşağı yukarı on yedi yaşlarında yetişkin dişi bir savaş köpeği olan ve boyu dört ayak üstündeyken belime kadar gelen Maya, bana karşı son derece korumacıydı.
Bende aynı şekilde Maya’ya karşı son derece korumacıyım. İkimiz, Denerim şehrindeyken, birbirimizden bir an olsun ayrılmıyorduk. Maya bana yetişmek için acele ederek arkamdan hızla geliyordu.
Mabarim ile neredeyse birlikte büyüdük diyebilirim. Sadık bir dostum olarak her zaman yanımdaydı. Tabii yolumuza bir sincap ve tavşan çıkmazsa. O durumda saatlerce ortadan kaybolabilir.
“Seni unutmadım kızım” dedim ve elimi sırt çantama sokup, önceki günkü ziyafetten kalan bir yaban domuzu kemiğini Maya’ya uzattım. Maya kemiği kaptığı gibi çevremde neşeyle koşmaya başladı.
Bir zamanlar tıpkı şu anda benim gibi babamında bir mabarisi vardı ama o erkekti. Maya babamın maceracı olduğu günlerde yanında yoldaşlık yapmış o köpeğin yavrusuydu. Maya’nın hayatı inanılmaz derecede trajiktir.
Maya ve ben daha küçüktük, o köpeğin yaşlılıktan dolayı öldüğünü hatırlar gibiydim. Maya’nın annesini ise doğum sonrası kaybetmiştik. Tam dört tane yavru doğurmuştu ancak yavrular zamanla zayıf düşerek ölmeye başladılar. Aralarından sadece Maya hayatta kalmayı başarmıştır.
Zavallı Maya’m…
Nefesimin havada oluşturduğu buhar adımlarımdan önce sislere karıştığı sırada, yayımı omzuma astım ve sıcak nefesimi kurumuş soğuk ellerime üfledim. Geniş ve donmuş düz platoyu geçip etrafıma baktım.
Bu noktadan tüm bölge, Redcliffe’nin genelde yeşil olan ama şimdi karla kaplı irili ufaklı tepeleri, kuzeydoğu köşesine aynı armasında olduğu gibi beyaz bir zemin üzerinde kırmızı bir uçurumun üstüne yerleşmiş olan devasa Redcliffe kalesi görülebiliyordu.
Bu yüksek noktadan kalede olup biten her şeye, gelen giden soylu lord ve leydiler, köylü halka ve şövalyelere kuş bakışı bir görüşe sahiptim ve bu da burayı kısa süre içinde sevmemin bir başka sebebiydi. Birkaç gündür kendimi her defasında Guerrin Ailesinin kalesinin antik taşlarının şekillerini, tepelere doğru etkileyici şekilde uzanan görkemli siper ve kulelerinin göz kamaştırıcı işçiliğini incelerken buluyordum.
Calenhad Gölünün batı kıyısında yer alan Redcliffe köyü, üzerinde yükselen uçurumlarının kırmızımsı tonları için böyle isimlendirilmiştir. Kalesi himayesindeki köyün kendisinden bile daha eskidir. Köy İle kale arasındaki ulaşım taştan bir köprü aracılığıyla sağlanmaktadır.
Kale Alamarri klanlarının günlerinden beri, Frostback Dağları’ndan ana geçidi Orlais’e doğru uzanan alanı korumuştur. “Redcliffe’nin kaderi, tüm Ferelden’nin kaderidir.” demiş Kral Büyük Calenhad zamanında.
Ne kadarda doğru demiştir çünkü Redcliffe Ferelden’nin batı tepelerinde yer almaktadır. Şatosu, Ferelden’e giden tek karayolu için ilk ve son savunma hattıdır ve ülkeye yapılmış pek çok saldırı kale sayesinde engellenmiştir.
Redcliffe, Orzammar ile Orlais arasındaki konumu nedeniyle Ferelden’nin en refah dolu zengin kasabalarından biridir. Bu şekilde dış ticaret merkezi haline gelerek ve elverişli koşulları, alanın küçük boyutuna rağmen zaman içinde bir arllık olarak adlandırılmasına neden olmuştur.
Buranın vatandaşları esas olarak Orlais’ten cüce mallarının nakliyesini yapan balıkçı veya tüccarlardır. Vadinin üstünde ise önceden dediğim gibi kale yer alır. Kale bütün Redcliffe bölgesi için garnizondaki askerlere hizmet verir.
Avvar tepesi halkıyla, Orlais İmparatorluğunun Ferelden’i fethetmeye ovalarımıza geldiklerinde öncelikle kontrol altına almaları gereken ilk yer Redcliffe kalesiydi. Bu kolay bir iş değildi, çünkü halkı basit insanlar olsa da cesurdu. Ferelden’nin koruyucusu olan rollerinden ötürü kendileriyle gurur duyuyorlardı.
“Tepelerde demir var, insanlarının kalplerinde olduğu gibi!” Diye yerel bir savaş naraları bile vardı.
Kale birçok kuşatmaya dayandı. Sadece üç kez, başarılı bir şekilde alındı. İlk önce Kral Calenhad sonradan Orlais İmparatorluğu asaleti ve en son Ferelden İsyanı sırasında asil Guerrin Ailesi tarafından.
Bu üç başarılı kuşatmaya rağmen, kale halk tarafından günümüzde hala “Geçilemez.” olarak tanımlanmaktadır. Ek olarak Beşinci Yıkımın başlarında babam Kral Leo o zamanlar sadece çaylak bir Gri Muhafızdı. Redcliffe rahmetli Arl Eamon’dan davası için destek almaya gitmişti.
Ancak köyü yürüyen cesetler tarafından kuşatılmış çaresizce yardım beklerken bulmuştu. Babam köylü milislere liderlik ederek bu saldırıları durdurmuş. Ardından Eamon’la ailesini başta köydeki saldırılara neden olan korkunç bir arzu iblisinin pençelerinden kurtarmıştır.
O yıllardan şu ana kadar Redcliffe büyüyüp gelişmeye devam etmiştir. Güncel kayıtlarda nüfusu yaklaşık beş yüz civarıdır…
Duvarların ötesinde, kalenin giriş kapısının önünde babamın Gri Muhafızları dairesel bir eğitim alanında, çalışıyordu. Savaşçıların düzenli sıralar halinde kukla hedeflere kılıçlarla saldırıya geçişlerini ve ağaçlara asılı kalkanlara oklarını saplamaya çalışmalarını heyecan içinde seyrediyordum. Onlara katılabilmek için can atıyordum.
Aniden tanıdık gelen bir çığlık sesi duydum, o yöne doğru döndüm. Kalabalığın içinde bir kargaşa vardı. Telaş içindeki kalabalığı izlediğimde, kalabalığın önünde, ana yola doğru, genç kardeşim Loghain’ni ve ondan sadece üç ay daha büyük olduğum Cailan’ı gördüm.
Gerilmiştim ve tetikteydim. Küçük kardeşimin sesinde sıkıntı sezmiştim. Cailan’nın her zaman olduğu gibi aklında yine iyi bir şey olmadığı belliydi.
Cailan’nı izlerken gözlerimi kıstım, içimde bir öfkenin yükseldiğini hissettim ve bilinçsiz bir şekilde yayımın kabzasını sıktım. Kalabalığın arasından kendisinden altmış santim uzun olan ağabeyinin kaslı kollarının arasında isteksizce sürüklenen Loghain belirdi.
Küçük Loghain kırılgan, duygusaldı ve on yaşına daha yeni basmış bir çocuktu. Cailan ise gururlu duruşuyla, açık ela gözleri ve koyu kahve kısa dalgalı saçlarıyla kuvvetli bir delikanlıydı.
“Bırak beni, dedim!” diye bağırdı Loghain.
Cailan onu köyün aşağısına doğru, kaleden uzağa, ormanlığa giden ıssız yolda kaba bir şekilde sürükledi. Cailan’nın onu bir kılıç kullanmaya zorladığını gördüm. Loghain için fazla büyük bir kılıç. Loghain onun için sataşılması çok kolay bir hedefti.
Cailan tüm hayatı boyunca bir kabadayıydı. Güçlüydü, cesur sayılırdı fakat gerçek yetenekten çok gösteriş yapardı ve her zaman kendini başa çıkamayacağı belalar içine sokardı.
Neler olduğunu anlamıştım. Cailan avlarından birine götürüyordu onu. Elinde şarap matarasını gördüm ve önceden içmiş olduğunu fark edince öfkem arttı.
Anlamsızca hayvan öldürmeye gittiği yetmiyormuş gibi, bir de sarhoştu. Çok sevdiğim küçük kardeşimi peşinden zorla getirmeye çalıştığını saymıyorum bile.
“Büyü artık, sen erkeksin.” dedi Cailan.
Tepelerden aşağı doğru inerken onlara yetişememekten korkuyordum. Yola doğru atladım ve onların önlerini kesip durdum. Sert nefes alıp veriyordum, Maya’da yanımda duruyordu, yolu kapatıyorduk.
Cailan’la küçük kardeşim de aniden durdular, şok olmuş halde bana bakıyorlardı. Loghain beni görünce yüzünde belli olan bir rahatlama yaşamıştı.
“Kayıp mı oldun Axael?” diye sordu Cailan alay edercesine.
Kaşlarımı çattım, kararlı bir ifade takınmıştım, Maya da yanımda sırtındaki tüyleri dikilmişti ve hırlıyordu.
“Şu yaratığı benden uzak tut demiştim sana kaç kere!” dedi Cailan, cesurca konuşmaya çalışıyordu ama köpeklerden ne kadar çok korktuğunu biliyordum…
“Loghain’i nereye götürdüğünü sanıyorsun?” diye sordum.
Cailan durakladı, yüzü yavaşça sertleşmeye başladı.
“Onu avlanmaya götürüyorum ve nasıl gerçek erkek olunacağını öğreteceğim.” dedi Cailan, erkek kelimesini vurgulayarak.
Ama benim pes etmeye niyetim yoktu.
“O daha çok küçük.” dedim kesin bir ifadeyle.
Cailan kaşlarını çattı.
“Kim demiş?” dedi.
“Ben diyorum.”
“Sen babası mısın?”
“Senin onun babası olduğun kadar.”
Gergin bir sessizlik içinde bir süre durduk. Loghain korku dolu gözleriyle bize bakıyordu.
“Soralım o zaman,” dedim," Loghain avlanmak istiyor musun?"
Loghain utanarak yere baktı. Sessizce durdu ve benim bakışlarımdan kaçındı. Konuşmaktan korkmuştu. Cailan’dan çekiniyordu ve onu sinirlendirmek istemediği için böyle davranıyordu.
“İşte sen de gördün,” dedi Cailan. “Bir itirazı yok kardeşimin.”
Öylece kaldım, hayal kırıklığı içindeydim, Loghain’nin tepki vermesini istiyordum fakat onu zorlayamazdım.
“Onu şimdi ava götürmen akıllıca olmaz,” dedim. “Kar fırtınası geliyor. Çok yakında hava da kararacak. Ormanda yaşayan büyük bir yaratık hakkında uyarılmıştık unuttun mu? Eğer ona avlanmayı öğretmek istiyorsan, Loghain’nin biraz daha büyümesini bekle.”
Cailan rahatsız bir şekilde kaşlarını çattı.
“Teşekkürler ama ne korkağım ne de avlanmak konusunda senden akıl alacak değilim.” dedi Cailan. “Şu ağaçlar dışında yakın zamanda ne avladın ki?”
Cailan lafını bitirip bana gülmeye başladığı sırada bende ne yapmam gerektiğini düşünüyordum. Gerçi Loghain konuşmadığı sürece yapabileceğim çok fazla bir şey de yoktu.
“Çok fazla endişeleniyorsun Axael,” dedi Cailan. “Benim gözetimim altındayken Loghain’ne hiçbir şey olmaz. Onu sadece biraz daha sertleştirmek istiyorum, öldürmek değil. Onu düşünen tek kişi sen değilsin. Bende ağabeyiyim. Ayrıca, babamız da izliyor, onu hayal kırıklığına uğratmak mı istiyorsun?”
Kafamı kaldırıp Cailan’nın gözüyle işaret ettiği yere baktım ve kulenin yukarısında, kemerli, dışarı bakan pencerede babamın durduğunu ve bizi izlediğini gördüm.
Bu duruma tepki göstermediği için o an içimde büyük bir hayal kırıklığı daha hissettim.
“Loghain, çekinme bana söyle,” dedim. “Bu işkenceyi sana yapmasına izin verme. Benimle kaleye hemen dönebilirsin.”
Ardından küçük kardeşimin gözleri yaşlarla dolmaya başlamıştı. Çevremizde uğuldayan bir rüzgâr ve hızlanan kar yağışından başka hiçbir şeyin bozmadığı bir sessizlik oldu.
En sonunda Loghain eğilip bükülerek, “Ava gitmek istiyorum,” diye yarım ağızla mırıldandı.
Cailan zafer gülümsemesiyle yanımdan, omzunu çarparak geçti Loghain’le beraber ve yolun aşağısına doğru aceleyle yürüyerek indiler. Arkamı dönüp onları izlerken midemde berbat bir ağrı hissi oluştu.
Yüzümü tekrar kuleye döndüm ve baktım fakat babam çoktan gitmişti.
Cailan ile Loghain yaklaşan fırtınanın içine, ormana doğru gözden kayboldular. Loghain’i kapıp geri getirmeyi düşünüyordum ama onu utandırmak da istemiyordum işte.
Oluruna bırakmaktan başka çarem yoktu ama buna katlanamıyordum. Bir tehlike seziyordum, özellikle kış ayında. Cailan’a güvenmemiştim.
Loghain’e zarar verecek değildi ama umursamaz ve aşırı sertti. Hepsinden daha kötüsü gösteriş meraklısıydı. Aşırı güveniyordu kendine. Bunlar bir avcı için oldukça kötü bir birleşimdi.
Daha fazla dayanamazdım. Eğer babam hiçbir şey yapmıyorsa, kendim yapmalıydım. Artık hesap verme yaşını geçmiştim.
Ve koşmaya başladım, ıssız Redcliffe yolunda, yanımda Maya’yla, ormana doğru yola çıktım…
Kalenin hemen batısındaki, ağaçların sıklığından etrafı görmenin neredeyse imkansız olduğu bir ormanlık alana girdim. Ormanın içinde, yanımda Maya’yla birlikte yavaşça ilerlerken, kar ve buz ayağımın altında çıtırdıyordu.
Ormanın iç kesimlerine geldiğimde hava daha çok kararmıştı, soğuktu ve yerden gelen çürümüş toprak kokusundan dolayı ağırlaşmıştı.
İçim daraldı ve yukarı baktım; sanki ebediyete kadar uzanıyormuş gibi görünen beyaz ağaçların içinde karınca misali kalakaldım. Bunlar budaklı dalları ve kalın siyah yapraklı geniş gövdeli binlerce yıllık ağaçlardı.
Buranın lanetli olduğunu ilerledikçe tüm kalbimle hissetmeye başladım; son Yıkım’dan bu yana Ferelden genelinde hiç iyi şeyler yaşanmamıştı ve aziz ülkem galip gelmesine rağmen yıllar önce yaşanmış büyük savaşın bıraktığı izleri hala üzerinde taşıyordu.
Zaten Redcliffe kasabasına cenaze için yeni geldiğimizde en son burada avlanmış bir avcı grubuyla alakalı kötü bilgiler almış ve yolların tehlikeleri hakkında şövalyeler tarafından dikkatli olmamız için uyarılmıştık. Bunları düşündüğüm anda ürpermeye başladım.
Detaylara gelirsek; yakın zamanda yerin altından üç metre boyunda olduğu tahmin edilen devasa bir kara nesil askeri çıkmış, buralarda bir mağaraya gizlenmiş ve karşılaştığı o zavallı avcıları anında yakalamış ve bir süre onlarla ne yapacağını bilmez bir şekilde elinde esir tutmuş.
Ama doğal olarak her canlı gibi acıktığında avcıların taze sıcak etlerine dayanamayarak onları teker teker yemeye karar vermiş.
Zamanla yaratık mağarasını yeni yuvası bellemiş ve talihsiz gezginlere pusu kurmaya alışkanlık haline getirmiş. Tabii bu saldırı haberleri fazla geçmeden rahmetli Arl Eamon’un kulağına ulaştırılmış.
Halk ondan yardım dilemiş ve o da ilk başta derhal birkaç şövalye yollamış kara nesil sorununu çözmek için ama onlar başarısız olmuşlar.
Daha sonra bu iş için en uygun olan kişilerin gri muhafızlar olduğunu anlamış fakat bu olayı babamla konuşma fırsatı bulamadan hastalanmış. Arkasından işte bildiğimiz gibi vefat etmişti.
Keşke babam bu duruma geldiği gibi bir çare bulsaydı. Ancak dostunun ölüm acısının yarası yeni olduğundan ve cenaze hazırlıklarından dolayı sanırım bu kayıtsızlığı anlaşılabilir.
İşin kötüsü kardeşlerimle beraber bulunduğumuz şu Hinter Toprakları adlı yerde hala yaşayan insan etine açlık duyan büyük bir yaratık vardı.
Etraftan belli aralıklarla farklı hayvan sesleri geliyordu. Gerçi nereye dönersem döneyim nafileydi.
Sık ağaçlar yüzünden yerlerini tespit edemiyordum. Cailan ile Loghain büyük bir tehlike içine gitmişlerdi. Bunu daha iyi anlamıştım ve onları ne olursa olsun bulmalıydım…