"Dokuz gün geçti,
O kanlı gecenin şafağında uyandığım günden bu yana,
Dokuz gün geçti,
O lanetli gecedeki yaratıkların beni kâbuslarımda kovaladığından bu yana,
Dokuz gün geçti,
Sabahın ortasında dalıp arkama bile bakmadan kaçtığım günden bu yana..."
Tornas, 4. Çağ 175 tarihinde Skyrim'in Whiterun şehrinde Kuzeyli bir ailenin tek çocuğu olarak dünyaya geldi. Evin geçimini babası avcılıkla sağlıyordu. Tornas büyüdüğünde babası gibi başarılı bir avcı olmayı hayal ediyordu.
Tornas'ın 11. yaş gününde, babasının bir av sırasında ayı tarafından sakatlanmasından sonra mecburen avcılığı bırakmak zorunda kaldı. Ailesi, babasının kararıyla Whiterun'nun güney batısında yer alan Riverwood adlı kasabanın hemen dışındaki küçük bir çiftliğe taşındılar.
Bu taşınma işi, genç Tornas'ın ruh halini bunalımlı bir yöne soktu. Eski arkadaşlarından uzakta huzursuz bir dönem geçiren Tornas, gençliğinden gelen sınırsız enerjiyi yöneltebileceği bir alan bulmak için çok çabaladı.
Delikanlılık çağına girmesiyle beraber, giderek daha fazla zamanını çiftlikten uzakta, aynı babasının bir zamanlar olduğu gibi avcılığın heyecanın albenisinin çiftçiliğin sağduyululuğuna göre daha ağır bastığı ormanlarda geçirmeye başladı.
18. yaşına geldiğinde, ailesine karşı sorumluluklarını yerine getirmek yerine avın ganimetleriyle dolu bir hayatı çiftçiliğe uzanan rutin bir hayata tercih ettiğini açıkça göstermişti. 4. Çağın 193 yılının başlarında babasını ardından kısa bir süre sonra annesini kaybetti.
Birkaç yıl içinde ailesinin çiftliğini sattı ve tek başına yaşamaya başladı. Yetişkinliğe yeni adım attığı dönemde ise sadık köpeği Tull ile birlikte Riverwood'un yakınlarındaki ormanlarda, küçük bir kulübeye yerleşmiş, düzenini kurmuş ve hayatını avcılık, odunculuk ve ok ile yay yaparak sürdüren onurlu bir adam haline gelmişti.
Bir köyden ya da şehirden diğerine yolculuklarında, yanında seyyar bir tezgâh taşır ve av takımlarının yanı sıra, tavşan, geyik, keçi gibi av hayvanlarının etlerini, kürklerini de satardı. Avcılık onun kanında vardı, babasıda bir avcıydı ve onun babası da...
Bir gün ormanda her zaman yaptığı gibi avlanmaya çıkmıştı. Büyük erkek bir geyiği izliyordu, tüm orman boyunca peşinden sadık dostu Tull ile koşturdu ve bir grup haydut ile karşılaştı. Tornas Kuzeyli olmasına rağmen gereksiz şiddeti sevmezdi, başlangıçta onlarla konuşup anlaşmayı denedi.
Ama eşkıyaların laftan anladığı yoktu, savaşmak zorundaydı, lakin sayı üstünlüğü onlardaydı. Esir alındı ve soyuldu, ardından köpeği ile bir kampa getirilip eli ve bacakları bağlandı. İşte her şey o günün gecesinde başladı...
"BİR ADAM TEMİZ KALPLİ OLSADA
HER GECE DUA ETSEDE
KURT OLDUĞUNDA
VE KANIN KOKUSUNU ALDIĞINDA
AY ONUN İÇİN DOĞAR VE ÇILGINLIK BAŞLAR..."
Tarih: 11 Aralık 4. Çağ 200. Yılı
Köpeğim delice havlıyordu, bize bir şeyler anlatmaya çalışan bir hali, sanki yaklaşmakta olan felaketimizin haberini vermek için çırpınıyordu. Ardından gelen korkunç ulama sesleri ormanda ve gökyüzünde yankı yapmış, her yanı kaplamıştı.
Tull çıldırmış gibi görünüyordu, boynunda ki tasmanın ipini koparıp ormanın derinliklerine doğru koşturdu. Ellerim, ayaklarım bağlı olmasaydı ve tepemde de haydutlar olmasaydı ona engel olmayı deneyebilirdim. Endişeli şekilde, gözlerim çevrede Tull'u arıyordu, dalıp gitmiştim. Kısa bir süre sonra sadık dostumun inleme sesleriyle irkildim.
Anladığım kadarıyla bir şeye saldırıyor, onunla boğuşuyor gibiydi. Bağrışma sesleri kesildikten sonra emindim, Köpeğim Tull öldürülmüştü. Tam o anlarda karşımda enteresan bir şekilde yürüyen oldukça uzun boylu, kaslı, yapılı bir insan silueti gördüğümü sandım.
Meraklı bir haydut meşalesini karanlığa tuttu, ortam aydınlandıktan sonra gördüğüm şey karşısında vücudum adeta buz kesti. İnsan bedeni ile kurt bedeninin birleşmesiyle oluşan bir vücuda sahip, iki ayaküstünde duran bir mağara ayısını andıran korkunç bir mahlûkat.
Kuyruğu ve siyah tüyleriyle bu yaratık sadece bir hayvandan ya da insandan daha fazlası gibi görünüyordu. Ormandan sürüyle çıkageldiler, etrafımızı çevreleyip sardılar. Kudurmuş gibi hırlayıp, kükrüyorlardı. "Sessiz... Ani Hareketler yapmayın, bir arada durursak, korkup kaçacaklar. Onlar sadece hayvan." dedi haydutlardan biri cesaretten mi yoksa çaresizlikten mi bilinmez.
Canavarlar kısa bir süre duraksadılar ve sonra çekildiler. "Belki de adam haklıydı," diye geçirdim içimden. Ama birazdan o şeyler bize haklarında ne kadar yanıldığımızı kanıtlayacaklardı. Haydutlar kutlama yapıp, içip sarhoş olurken canavarların saldırıları ansızın ve hızlı oldu.
Kamp alanı haydutların çığlıklarıyla dolup taştı. Birer birer parçalanıp, sağa sola iç organları saçıldı. Sonra yenmeye başlandılar. Onlar adına üzüldüğümü söyleyemezdim, başlarına gelenleri fazlasıyla hak etmişlerdi.
Saldırı sırasında yere uzandım ve o yaratıkların ölü olduğumu sanacak kadar aptal olmaları için tüm ilahlara dua ettim. Hareketsizce bekledim ve hatta nefesimi bile tuttum. İşe yarıyordu, Haydutların cesetleriyle meşgul olan canavarlar varlığımı fark etmediler. Beslendikten sonra ayrıldılar. Uzun süre nefesimi tuttuğum için baygınlık geçirmiştim.
Kendime geldikten sonra, ellerimi ve bacaklarımı çözdüm. Onları kandırıp, kurtulduğumu düşündüğüm sırada, gizlendiği gölgelerden çıkıp karşımda belirdiğinde ne olduğunu anlamam uzun sürmüştü. Kan kırmızısı gözleri, Skyrim'in gecesi kadar siyah bir kürkü, sivri dişi kıskandıracak kadar keskin dişleri ve et kancası gibi pençeleri ile karşımdaydı.
Bir el hamlesiyle bedenimi savurup yakındaki bir ağacın gövdesine yapıştırdı. Göğsümde pençesiyle açtığı yaradan kanım ve onunla birlikte sefil hayatım bir volkan gibi fışkırıyor, bir şelale gibi akıyor, ruhum bedenimden ayrılıp, Sovngarde'ın uzak diyarlarına göçmek için yalvarıyordu.
Ölümüm yakındı. Yanıma yaklaştı ve gözlerimin içine doğru baktı ve sonra devasa ağzını açıp beni ısırdı. İlginç... Uyuyakalmışım ve hiç kâbus gördüğümü hatırlamıyorum. Kafamda net olarak hatırladığım tek şey canavarların kampa saldırdıklarını, dişlerini ve pençelerini haydutlara geçirdiklerini, arkalarında kan gölü bırakarak gittiklerini ve ardından onlardan biri tarafından öldürüldüğümü hatırlıyorum.
Kendi ölümümü o canavarın üzerime çöküşünü, zar zor nefes alırken hala yanağımdaki toprağı hissedişimi ve gözlerimin son kez canavarınkiyle buluştuğunu ve ardından güçlü çenesiyle beni parçalayışını hatırlıyorum.
Öldüm mü? Fakat öldüysem nasıl vücudumdaki kaslarımı hissedip, yakınımdaki onlarca haydudun leşlerinden gelen kokuyu alıp, nasıl kuşların sesini duyuyorum? Nasıl yumruğumu sıkabilir ve gözlerimi açıp gökyüzünü ayırt edebiliyorum. Ve eğer hayattaysam nasıl kurtuldum ve neden?
Hala o gecenin şokunu üzerimde taşıyorum ve nasıl hayatta kaldığıma bir açıklama getiremiyorum. O geceden sonra bana bir şeyler oldu. Yani artık çok farklı hissediyordum. Sanki hiç karın açlığı duymuyordum, sanki uyku ihtiyacı hissetmiyordum. Sanki... Sanki artık bir insan gibi hissetmiyordum. Beni, ben yapan insani duygularım körelmiş gibiydi.
Göğsümde o hayvanın açtığı pençe yarası bile iyileşmişti. Ancak bu nasıl mümkün olabilirdi. Öldüğümden emindim, bana saldırdı, karşı koyma fırsatım bile olmadı, sonra beni parçaladı. Ama şu anda nefes alıp, yaşıyordum ve üstelik eskisinden bile daha sağlıklı hissediyordum.
Bedensel değişikliklerim bununla da sınırlı değildi. Yorulmadan aralıksız koşup, hasar almadan, yüksek yerlerden atlayıp, zıplayabiliyordum. Ormanlardaki vahşi kurtlarla birlikte seyahat ediyordum. Sanki onlarla aramda artık bir bağ vardı.
Yürüdüm, durmadan, yılmadan yürüdüm. Ayaklarım beni evim olan yere yuvama Riverwood'a sürükledi. Burada beni eski hatıralarımın acılarından başka kucaklayan olmadı. Kaybettiklerimin arasında canımı en çok acıtan, sadık köpeğim, yoldaşım Tull'un ölümüydü. Tatlı şey, onu asla unutmayacağım.
Tavernada oturmuş bir şeyler içiyordum. Çevredeki insanlar gözüme farklı geliyordu. Sanki onların damarlarında akan kanlarının kokusunu ve tatlarını alabiliyordum. Avlanma ihtiyacı duyuyordum. Bu benim için yeni bir şey değildi ancak bu seferkiler geyik ya da tavşan değildi. Bu tanımlayamadığım yeni duygu beni öfkelendiriyor, içimi yiyip bitiriyordu.
Çok narin görünüyorlardı... Aciz birer kurban gibiydiler. Tam bu anlarda midemde yanma hissettim. Ardından şiddetli bir bulantı ve sonrasında da kustum. Etrafımdaki insanların dikkati bana çevrilmişti. Hancı yanıma gelip ne olduğunu sorduğunda, biranın dokunduğunu söyleyip geçiştirmiştim.
Ancak handa garip kılıçlar taşıyan, ağır zırhlı paralı askere benzeyen birkaç tane adam vardı. Dışarıya kendimi zar zor atmıştım. Ama o adamlar beni takip etmeye başlamıştı. Ormanın derinliklerine kaçıp onlardan kurtulmaya çalıştım. Dokuz gündür hissetmediğim açlığı ilk defa o an hissettim. Bu açlık ekmeye ve ya çorbaya değildi.
Askerler peşimdeydi, onları gördüğümde ben sadece... İçimde bir yerlerde bir şeyin yaklaştığını hissedebiliyordum. Sanki içimde hapis kalmış çok güçlü yabani bir hayvan vardı ve dışarıya çıkmaya çalışıyordu. Askerler etrafımda daire çizip beni çevrelediler ve üzerime gelmeye başladılar.
Onlara anlatmaya çalıştım, benden uzak durmalarını söyledim. Ama beni ciddiye almadılar. Ve kontrolümü kaybettim. Hepsini öldürdüm hem de çıplak ellerimle. Askerlerle işim bittikten sonra onların kanını içtim. Bunların hiçbirini yapmak istememiştim ama o vakitten sonra her şey çok bulanıktı, zihnimin ve bedenimin kontrolü ele geçirilmişti gibiydi.
Kendimi tazelenmiş gibi hissediyordum, yenilenmiş. Az önce öldürdüğüm askerlerin cesetlerine baktığımda normalde pişmanlık duymam gerekirken işin garibi hiçbir şey hissetmiyordum. Sanki onları öldürürken bundan zevk almış gibiydim. Aynı eskiden köpeğim Tull ile geyik avına çıktığımız zamanlarda gibiydi.
Ama bu seferki avlarım insanlardı. O an tek bir şeyden emindim o gece kampta bana her ne olduysa eski Tornas artık ölmüştü. Hayatımı artık sıradan insanlar içinde sürdüremezdim. Eski hayatımın kalıntılarını eski ben ile beraber gömüp Riverwood'dan sonsuza kadar ayrılmak muhtemelen herkes için en iyisi olacaktı.
Gecenin geç saatleriydi, dolunay doğmak üzereydi. O anda göğsümde çok şiddetli bir ağrı hissettim. Sonra sanki vücudumdaki bütün kemiklerin kırılıyormuş gibi tarifi az bir acıyla yere attım kendimi. Sonrasını hatırlamıyorum. Gözlerimi açtığımda bir kasabanın ortasındaydım ve etrafımda muhafızlar ve sivil halkın bedenlerinden oluşan yığının içinde çıplak şekilde yatarken buldum kendimi.
Gözlerime inanamıyordum. Tüm bu kargaşa ve ölüm benim elimden mi gelmişti. O gördüklerim bir rüya değil miydi? Bu yer Falkreaht, hatırlamıştım. Eskiden buraya birkaç kez av malzemesi satmak için uğramıştım. Üstüme giyecek bir şeyler aradığım sırada, bir kadın gördüm. Üzerime doğru geliyordu.
"Sakin ol, sana zarar vermeyeceğim ve biliyorum çok şaşkın bir vaziyettesin. İlk sefer herkese olur." dedi kadın. "Ne demek istiyorsun? Ve sen kimsin." dedim. "Kim olduğum önemli değil. Ne demek istediğime gelirsek; Sen bir ölümlüden daha fazlasısın, sen bir Ay Doğan'sın tıpkı bizim gibi bir kurtsun." dedi. "Bu ne anlama geliyor." dedim. "Eminim Ay'ın etkisiyle hayvana dönüşen insanlar hakkında bir şeyler duymuşsundur.
Biz onlardanız. Bir kurt adam." dedi. "O zaman bu gece yaşadıklarım bu muydu." dedim. "Aynen bir kurtta dönüştün. O adamlara ve daha sonra bu kasabaya olanlara bakıyorum da çok güçlü bir soydan geldiğin belli." dedi. "Ormandayken bana saldıran o adamlarda kimdi? Onları kızdıracak bir şey yapmamıştım ki." dedim. "Sana saldırmaları için nedene ihtiyaçları yok, kurt adam olman yeterli.
Kendilerine gümüşel diyen bir grup kurt adam fanatiğidir. Sana bir tavsiye şayet onlarla bir daha karşılaşacak olursan konuşarak vakit kaybetme derim. Çünkü onlardan merhamet görmeyeceksin.
Bu gece fırsatını bulsalardı seni parçalara ayırırlardı. Yaşamak istiyorsan, öldürmeyi öğrenmelisin. " dedi. "Peki, sen neden beni takip ettin? Benden ne istiyorsun." dedim. "Sana bir teklifle geldim. Ben Ay Doğan kabilesine mensup bir kurt adamım. Eğer sende istersen bize katılabilirsin. Biz ölümlülere bu likantropi hediyesi Avcıların Efendisi Daedra Hircine tarafından bahşedildi.
Bunu bir lanet olarak görüp kurtulmaya çalışırsın ya da bizim gibi bu kuvveti kabullenip doğru kullanmaya çabalarsın, seçim senin ve istersen sana yeteneğini kontrol etmeyi bile öğretebiliriz." dedi. "Size neden katılayım ki." dedim. "Cevap için çevrendeki ölülere bakman yeterli. Bu şekilde yaşamaya devam edersen içgüdüleriyle hareket eden bir hayvan haline gelmen uzun sürmez." dedi ve ekledi.
"Ayriyeten biz Ay Doğan Kabilesi olarak insanlara da zarar vermeyiz. Aksine onları koruyup kollarız." "Kimden." dedim. "Vampirler ile akılsız kurt adamlardan. Ve seni temin ederim ki her önüne geleni aramıza almayız. Yani potansiyelinin olduğunu düşünmeseydim şu anda çoktan ölmüştün." dedi. "Teklifini kabul etmezsem bana ne yapacaksın." dedim. "Şayet öyle olursa, seni tedavi ettiririz. Eğer kabul etmezsen seni öldürmek zorunda kalırız çünkü bu kontrolsüz gücün ile Skyrim'de terör estirmene izin veremeyiz." dedi.
"Pekâlâ, zaten fazla seçme şansım yok." dedim. "Merak etme pişman olmayacaksın." dedi ve ekledi. "Sanırım sana artık adımı söylememin bir sakıncası yok. Ben Yag." "Bende Tornas." dedim. "Hadi gel grubumuzun diğer üyeleriyle seni tanıştırmalıyım." dedi.
Ay Doğan sürüsündeki ilk birkaç haftam oldukça zorlu geçmişti. Beni hemen tahmin ettiğim gibi aralarına almadılar, aksine çeşitli bazı yorucu testlerden geçirip sınadılar. Kabileye layık olduğumu göstermem ve üyelerin, liderlerinin güvenini kazanmam zaman almıştı. Ama çektiğim sıkıntılara değmişti. Nihayet sonunda kendimi kabul ettirmiştim. Kabile geleneklerine göre yeni katılan her acemiye kabile reisi tarafından belirlenmiş bir görev verilirdi.
Şayet bu görevden zaferle dönerse, kabileye değerini kanıtlar ve saygılarını kazanırdı. Böylece kabul töreni tamamlanırdı. Son sınavım gelmişti. Görevim Karanlık Kovuk Mahzen mezarını araştırmaktı. Bu mağarada antik bir vampir eserinin olduğundan şüpheleniyorlardı ve görünen o ki oranın kasabalarda gerçekleşen son vampir saldırılarıyla da bir bağlantısı olması muhtemeldi.
Reis yoldaş olarak kabileden bir kişi seçmemi ve oraya gidip vampirlerin neyin peşinde olduklarını öğrenmemi emretti. Yanıma eşlik etmesi için beni kabileyle başta tanıştıran Yag'ı almaya karar verdim. Onunla iyi bir ikili olmuştuk ve şu an için canımı emanet edebileceğim tek kişi oydu.
Yag ile birlikte mağaraya olan yolculuğumuza başlamıştık. Yag önüme geçip:
"Reis bunu iyiliğin için yapmadı." dedi.
"Neyi?" diye sordum.
"Beni yanına verdi ya onu diyorum, kabul törenimizin bir parçası. " dedi.
"Tabi ki yapmadı." dedim sonra ekledim. "Benden nefret ediyor değil mi."
"Evet." dedi.
"İyi de neden? Neredeyse bir ay geçti ve benden istediği her şeyi eksiksiz yapıyorum." dedim.
"Reis her zaman böyleydi. Güvenini kazanmak yetmez, saygısını kazanmanda gerekiyor. Zaten bu tavrı her acemiye takınmıştır. Kişisel algılama." dedi.
"Bunu bilmek onun üzerimde kurduğu baskının etkisini pek azaltmıyor." dedim yüzümü asarak.
"Merak etme zamanla alışırsın." dedi gülümseyerek sonra devam etti. "Bu arada hayatta kalmanı sağlayacağım ve yanlış bir şey yapmadığından emin olacağım. Ama hepsi bu değil. Reis görev sonrası benden tüm görev boyunca yaptıklarının bir raporunu isteyecek. Yani seni gözlemleyeceğim. Bu yüzden hareketlerin çok önemli olacak."
"Bütün bunların anlamı nedir? Zaten üç haftadır bir sürü saçma sapan teste girdim, yetmez mi." diye sordum.
"Aramıza katılmış olabilirsin ama hala tam olarak bizden biri değilsin. Sen bir çaylaksın. Bu görevdeki başarın aramızda bir geleceğinin olup olmadığını görmemizi sağlayacak. Neyse bu kadar sohbet yeter. Hadi yola devam edelim." dedi.
2 gün sonra Dawnstar limanının yakınlarına ulaştık. Yolculuk neredeyse bitmişti. Mağaraya girmeden önce Yag kamp kurmamızın gerektiğini söyledi.
"Kamp kurmamızın amacı ne? Kamp ateşinin sıcaklığına, dinlenmeye ya da yemeye ihtiyacımız yok." dedim.
"Evet, canavar kanımız bizi soğuktan ve yorgunluktan korur ama bizim bile yemeye ihtiyacımız var." dedi.
"Ne yiyeceğiz." diye sordum.
"Yemekten çok içeceğiz." dedi kıkırdayarak."
" Yok artık! Bu kan mı." diye sordum yüzümü ekşiterek."
"Tabi ki kan ne sanıyordun? Sıradan insanlar gibi yemek yiyerek beslenemezsin. Hepimiz mecburuz alışsan iyi olur. Ayriyeten biz vampirler gibi insan kanı içmeyiz. Bu geyik gibi av hayvanlarının olur genelde." dedi.
"Tamam, ama aç hissetmiyorum sonra yapalım şu işi." dedim.
"Hayır, şimdi yapacağız vampirlerle dövüşmeden önce buna ihtiyacımız var. Kan gücümüzün ve zaferimizin kaynağıdır." dedi.
"Bunları yaşayacağımı bilseydim tedavi olmayı düşünebilirdim." dedim.
"O zaman neden olmadın. ?" diye sordu.
"Çünkü geri dönecek bir hayatım kalmadı. Bu şey her şeyimi elimden aldı." dedim.
Yag elini omzuma hafifçe koyarak:
"Bak sana hak veriyorum ve seni anlıyorum. Hepimiz bir zamanlar senin geçtiğin yollardan yürüdük. Kim bilir belki de binlerce kez bende tedavi olup bu hastalıktan kurtulmayı düşünüp farklı bir hayatın hayalini kurdum. Ama sana daha öncede söylediğim gibi bu gücü iyi bir amaç uğruna kullanabiliriz. "
Elimi omzumun üstündeki elinin üstüne koydum. Yag ile göz göze geldik. Elini hızlıca çekti ve gözlerini benden kaçırmaya başladı. Elimle güzel yüzünü kapatan saçlarını kulağının arkasına topladım. Yüzünü yüzüme çevirip masmavi gözlerinin içine baktım. Parmaklarımı yüzünün üstünde gezdirmeye başladım. Sonra öpüşmeye başladık. Yag durmamızın gerektiğini söyledi ama sanki kendime engel olamıyordum.
Yag bana doğru dönerek:
"Bu yaptığımızı kimsenin bilmemesi gerekiyor." dedi.
"Neden. ?" diye sordum.
"Çünkü kabiledeki dişilerle birlikte olma hakkı sadece liderimize ait. Bundan haberi olacak olursa seni parçalar." dedi.
"O hayvanın size bunu yapmasına neden izin veriyorsunuz ki? Siz kurt adam olsanız da hala insansınız." dedim.
"Kabilenin alfa erkeği ve ne derse o olur. Yapacak bir şey yok." dedi sonra ekledi. "Ve merak etme biz kurt adamlar kısır oluruz yani hamile falanda kalmayacağım. Sen sadece çeneni kapalı tut."
"Yag bak bunları söylememin bir anlamı olacak mı artık bilemeyeceğim ama özür dilerim, eğer başını belaya falan soktuysam. Sadece kendimi tutamadım." dedim.
"Önemli değil. Zaten ben izin verdim yoksa ancak rüyanda görürdün kendini böyle." dedi.
"Oh... Demek öyle? Neden izin verdin o zaman." diye sordum.
"Eh... Çok eğlenceliydi ama artık kalkalım ve şu görevi tamamlayalım değil mi? Yoksa vampirler tepemize çökecekler. " dedi konuyu değiştirerek.
Mağaraya adım attığımız anda ölü tazılarıyla birlikte vampirlerle karşılaşmamız uzun sürmemişti. Neyse ki Yag ile birlikte kolayca onları halletmiştik. Burada gerçekten bir şeyler dönüyordu ama ne olduğunu anlamamız için daha derinlere inmemiz gerekiyordu. Büyük metal bir kapı yolumuzu kapatıyordu.
Çevrede kısa bir araştırmadan sonra onu açacak zinciri bulduk. Mahzen mezarın alt katlarına indik. Yerden İskeletler ayaklandı ve vampirlerin saldırıları devam etti. Tekrar bir kapıyla karşılaştık ama onu açacak mekanizmaya bağlı kolu bulmak daha kolay oldu. Ardından Metfunla çarpışan bir vampir gördük. Anlaşılan buradaki davetsiz misafirler sadece biz değildik. Vampirlerin varlığında ölülerde rahatsız etmişti.
Üç tane kapının olduğu bir bölüme geldik. Muhtemelen sadece biri bizi mağaranın bir alttaki katına taşıyacaktı. Ancak diğer ikisinde tuzak olmalıydı. Birisinde metfunların saldırılarına uğradık, diğerinde ise neredeyse yanıyorduk. Zar zor asıl kapıyı bulup devam ettik. Vampirler ve onların yardakçılarının saldırılarının ardı arkası kesilmiyordu. Yag ile birlikte onları parça parça geri püskürttük. En sonunda mağaranın zemin katına inmeyi başardık. Balkon gibi bir yere geldik. Aşağıda konuşan iki vampire kulak misafiri olduk. Söyledikleri şeyler anlaşılır değildi.
Harkon ve ödül ile ilgili bir şeyden bahsediyorlardı. Aşağı indik ve onları da kestik. Üzerinde buton olan bir yapı vardı. Elimi üzerine götürüp basınca altından sivri bir metal fırladı ve elime girdi. Kanım aşağıya süzülürken birden etrafımızda bir güç alanı belirdi. Sanırım bu bir bilmeceydi.
Çemberin etrafında duran mangallar vardı ve doğru yerlere ittiğimde güç alanı çevreye ve sonra merkeze yayılıyordu. Bilmeceyi çözdükten sonra yerin altından dikili taşı andıran bir kabir çıktı. Kapağı açıldı ve içinden gizemli bir kadın yere düştü. Kendine geldiğinde benimle konuşmaya başladı.
"Uh... Ne... Neresi... Seni buraya kim gönderdi." dedi gizemli kadın.
"Ay Doğan kabilesinin Reisi ." dedim. "Onun... Kim olduğunu bilmiyorum." dedi sonra ekledi. "Bir... Bir dakika sizler kurt adamsınız."
"Nasıl anladın." dedi Yag.
"Kulaklarınızdan çıkan tüylerden ve ıslak köpek gibi kokmanızdan." dedi alaycı bir tavırla.
"Buraya vampirleri öldürmek için gönderildik." dedim.
"Dediğim gibi daha önce kabilenizi hiç duymamıştım. Ama vampirlere pek düşkün olmadığınızı kurt adam oluşunuzdan anlaşılıyor. Bu tamamen doğanıza ters düşerdi değil mi." dedi ve sonra ekledi. "Peki, bak. Gördüğüm kadarıyla buradaki tüm vampirleri öldürmüşsünüz. İsterseniz beni de öldürün. Ama farkında olmasanız da daha ciddi meseleler dönüyor. Bu konu sıradan bir kurt adam ile vampir atışmasından daha büyük. Ne olduğunu bulmanızda size yardımcı olabilirim."
"Nasıl." diye sordum.
"Ailem Solitude şehrinin batısında kalan bir adada yaşıyordu. Hala öyledir diye tahmin ediyorum. Beni oraya götürmelisin. Bu arada... Adım Serana. Tanıştığımıza memnun oldum." dedi.
"Hey... Gerçekten bu kan emici sürtüğe yardım etmeyeceksin değil mi Tornas. ?" dedi Yag.
"Düşün biraz. Ya doğruyu söylüyorsa? Buradaki işin iç yüzünü öğrenebiliriz. " dedim.
"Ya yalan söylüyorsa? Vampirler ile kaynayan bir adada mahsur kalacaksın." dedi.
"Babam kızını teslim eden birini öldürmez aksine ödüllendirir." dedi.
"Kapa çeneni seninle konuşmuyorum." dedi Yag.
"Yag lütfen bunu yapmama izin ver. Korkma seni temin ediyorum bana bir şey olmayacak." dedim.
"Seni kim düşünüyor? Kabileye ve Skyrim'e zarar vermenizden endişeleniyorum." dedi ve ekledi. "Neyse ben gidiyorum kampta görüşürüz şu kızdan kurtulduktan sonra ve emin ol burada olanlardan reise bahsedeceğim."
"Y.Ya. Yag bekle." diye bağırdım.
"Bırak gitsin ona ihtiyacımız yoktu zaten." dedi Serana ve ekledi." "Sert görünmeye çalışsa da özünde tatlı bir kız. Sendende deli gibi hoşlanıyor."
"Ne? Nerden çıktı bu." dedim utanarak.
"Bunu anlamak için özel bir yetenek gerekmez. Hal ve hareketlerine seni benden kıskanmasına bakman yeterli." dedi.
"Neyse şu konuyu kapatalım. Bu sırtında taşıdığın şey nedir." diye sordum.
"Bir Kadim Tomar." dedi. "
"Neden bir Kadim Tomar var elinde." diye sordum.
"Bu biraz... Karmaşık. Gerçekten bunun hakkında konuşamam. Kusura bakma." dedi.
"Peki, kırılgan bir şey mi? Dikkatli olmamız gerekiyor mu." diye sordum.
"Ha... Kadim Parşömenlere hiçbir şey zarar veremez. Kendini koruma konusunda daha çok endişelenmelisin ve bırak eşyalarımla ben ilgileneyim." dedi.
"Ne için burada kilitliydin." diye sordum.
"Aslında... Bu konuya seni dâhil etmemem daha iyi olur. Tabi, senin için sakıncası yoksa. Üzgünüm, ama sadece şu anda kime güvenebileceğimi bilmiyorum. Evime gittiğimizde mevcut durumumuz hakkında daha sağlam bilgi edinebilirim. " dedi.
"O şeyin içinde ne kadar zamandır kalıyorsun." diye sordum.
"Güzel soru, söylemesi zor. Ben gerçekten emin değilim. Uzun zaman önceymiş gibi hissediyorum. Hangi yıldayız." dedi.
"4. Çağ 201" dedim. "
"Sanırım düşündüğümden de uzun kilitli kalmışım. Planlanandan uzun."
"Ne kadar uzun." diye sordum. "
Ne fark eder? Yüzlerce belki de binlerce yıldır. Lütfen acele edelim. Bir an evvel evime gitmeliyiz ki neler olduğunu çözebilelim." dedi.
"Sadece seni tanımaya çalışıyorum. Evinden biraz bahseder misin." dedim.
"Tamam, tamam... Söylediğim gibi Solitude yakınlarındaki bir adada. Sanırım bizi oraya götürebilecek bir tekne bulmalıyız. Orası evim. Sıcak bir yer değil ve sıkıcı ama yine de güvende olacağım." dedi.
"Oraya gittiğin için pek de mutlu görünmüyorsun." dedim.
"Annem ve babam kavgalı ve babamla ben iyi geçinemeyiz." dedi ve ekledi. " Umarım bu son sorudur. Yoksa biraz daha burada dikilirsek Gargoyleler gibi taş kesileceğiz. Merakın giderildiyse şuradan çıkalım artık."
Karmaşık yollar, çeşitli tuzaklar ve Metfunların saldırıları yüzünden mağaradan çıkmakta en az girmek kadar zor oldu. Serana'ya yardım etmem Yag'ı kızdırmıştı. Ama bu işi sonuna kadar götürmeye kararlıydım ve sanki yeni tanıştığım bu vampir kızda beni çeken bir şeyler vardı.
Ay Doğan diye bilinen kurt adamlardan oluşan bir vampir avcıları grubunun lideri bana Karanlık Kovuk Mahzen mezarı adlı yerdeki vampirlerin ne aradığını bulma görevini vermişti. Yag ile birlikte Mahzen mezarında ki keşfim sırasında derinliklerinde bulunan antik bir lahitten Serana adındaki bir vampir kadını kurtardım. Benden onu Skyrim'in kuzey kıyılarındaki evine gidene kadar eşlik etmemi istedi.
Ona yardım etmem Yag'ı kızdırdı ve sürüye bensiz gitmesine neden olmuştu. Serena ile Akdiyar'dan Haafingar'a yaptığımız yolculuk 2 gün sürdü. Kuzey gözü Kalesi'nin yakınlarındaki sahilden bir kayığa binerek karşıya geçtik. Bir adaya yanaştık ve devasa bir şatoyla karşılaştık.
"Hey, şey, oraya girmeden önce sana söylemem gereken bir şey var." dedi Serana.
"Sen iyi misin." diye sordum. "Sanırım. Sorduğun için teşekkürler." dedi sonra ekledi. " Sadece beni buralara kadar getirdiğin için teşekkür etmek istedim. Yalnız bu noktadan sonra, içeri girdiğimizde, sessiz kal. Bırak konuşma işini ben yapayım."
"Leydi Serana geri döndü! Kapıyı derhal açın." dedi kapıdaki bekçi.
"Burası senin evin mi." diye sordum.
"Evet. Evim... Güzel kalem." dedi.
"Çok etkileyici. Bu kadar büyük olduğunu neden bana söylemedin." diye sordum.
"Öyledir. Ben sadece beni tüm gününü kalede oturan hanım kızlardan biri olarak hayal etmeni istememiştim. Bilmiyorum. Böyle bir yere gelmek şey... Bu pek bana göre değil. Umarım bunu anlayabilirsin." dedi.
"Serana hanım! Sizi gördüğüme çok sevindim. Babanız sizi çok merak etti. Uzun süredir kayıpmışsınız duyduğum kadarıyla." dedi bekçi.
"Teşekkürler." dedi Serana.
"Köpek! Buraya girmeye nasıl cüret edersin. Bekçi senin nasıl girmene izin verir." dedi vampir sonra devam etti. "Dur... Serana? Bu gerçekten sen misin? Gözlerime inanamıyorum."
"Evet, Vingalmo benim... Arkadaş benimle birlikte o yüzden çekil önümüzden babamla konuşmalıyız." dedi Serana.
"Tabi ki... Leydim, buyurun lütfen." dedi sonra ekledi. "Lordum! Millet! Leydi Serana döndü."
"Sanırım beni bekliyorlardı." dedi Serana.
"Uzun zamandır kayıp olan kızım geri dönmüş. Sanırım Kadim Tomarım sende." dedi.
"Yüzlerce yıldan sonra, bana sorduğun ilk şey bu mu? Evet, Tomar benimle." dedi Serana.
"Elbette senide gördüğüme sevindim, kızım. İlla her şeyi sesli mi düşünmem gerekiyor." dedi sonra ekledi. "Ah, eğer o hain annen burada olsaydı. Kafasını kazığa geçirmeden önce bu yeniden birleşmemizi görmesine izin verirdim. Söyle bana, salonuma getirdiğin bu yabancı da kim."
"Bu beni kurtaran kişi." dedi Serana.
"Kızımın sağ salim geri dönüşü için sana minnettarım. Söyle bana, adın ne." dedi.
"Ben Tornas. Sen kimsin." dedim.
"Ben Harkon, Volhikar Sarayı'nın lordu. Şimdiye dek, kızım bizim ne olduğumuzu sana söylemiştir." dedi.
"Sizler vampirsiniz." dedim.
" Sadece vampirler değil. Skyrim'deki en yaşlı ve en güçlü soydan gelen vampirlere de sahibiz. Asırlardır burada yaşıyoruz, dünyanın dikkatinden uzakta. Lakin tüm bunlar karımın bana ihanet etmesi ve en değer verdiğim şeyi çalmasıyla sona erdi." dedi Harkon.
"Kızınızı bulmamın bana ne gibi bir ödülü olacak." diye sordum.
"Tamda bu konuya gelecektim. Evet, kesinlikle bir ödülü hak ettin. Sadece bir ödülüm var ve bu da Kadim Parşömenin ve kızımın kıymetine eşdeğerde. Sana kanımı teklif ediyorum. İç onu ve bu koyunlar arasında bir kurt gibi yaşa. Senin olduğun yerde insanlar korkacak ve ölümden asla korkmayacaksın." dedi Harkon.
"Ben bir kurt adamım. Eğer hediyeni kabul edersem ne olacak." diye sordum.
"Evet, kokusunu alabiliyorum." dedi Harkon ve ekledi. "Kanımın gücü içindeki bu pisliği temizleyecek ve seni bizden biri yapacak. "
"Peki ya kurt adam olarak kalmak istersem." dedim.
"Seni bu kaleden sürerim. Hayatını kızımın hatırına bu seferlik bağışlarım, ancak sonrasında av olacaksın. Belki ikna olmaya ihtiyacın vardır. Şu kudrete bak. Sana sunduğum kudret bu. Şimdi, seçimini yap." dedi Harkon.
" Kusura bakma. Vampir olmak istemiyorum. Hediyeni reddediyorum." dedim.
"Öyle olsun. Sen bir avsın, tıpkı diğer faniler gibi. Seni kovuyorum." dedi Harkon.
Serana'yı evine getirdim. Babası, güçlü bir vampir lorduydu, bana armağan olarak kanını vermeyi teklif etti. Ancak teklifini reddettikten sonra sürgün edildim. Şimdi Ay Doğan sürüsüne dönmeli ve neler olduğunu anlatmalıydım...