7 Ağustos 2008 Perşembe
İçimizde ukde olarak kalan şeyler: Her yeni güne büyük işlerin adamı olarak başlamak, her isteksizlikte ufak ufak küçülmek ve günü sıradan bir nokta olarak bitirmek, insan evladının var oluşundan bu yana içindeki en büyük ukdelerden biridir..
Mesela zamanında ne hayaller kurardım; kampüse Kayahan abiyi getirip 'Süper Kız'ımızı tav etmek gibi. Kayahan abi bi/bir taraftan tıngırdatırken aşk şarkılarını, nefeslendiği dakikalar da olacaktı elbet. “Abi geçen günü hatırlıyorsun di mi; sen, ben yine beste yapıyorduk ya hani, ne besteler yaptık da bi sonraki albüme yetişir, dedin ya gül gül öldük cidden, ne güldük..” şeklindeki yağlamaların satır aralarında “Aslında çok önemliyim bu piyasada.” imajını verebilirdim.
Sonra gittikçe ufaldı hayaller. Önce Kayahan abiden vazgeçtim; gitar da olur çalarız gibilerinden. Bi süre gitar çalabilmek için kastım da hani ama göstermelikti hepsi; işin ruhunu kavramak için saatler harcayamadım; hayır hayır harcamadım. Ardından gitardan vazgeçtim, zaten kaprisli bi durumdu ve de yeterince gitar çalan insan vardı. Steve Vai, Satriani gibi adamları 'virtüöz gölgelemece' felsefesi gereğince dinlemedim mi sanıyorsunuz; elbette dinledim. Çalar gibi yaparaktan gölgelere aldanmak ancak şarkının sonuna kadar sürüyordu. Sonrasında iki sevgili gibi bakışıyorduk gitarımla, ikimizin de gıkı çıkmıyordu. Uyku vakti gelince de aynı yastığa baş koyuyorduk. Çünkü afacanlıktan kalma 'bacak atacağı' geleneğim vardır; ayağımı bir şeye dayamalı ve öyle uyumalıyımdır. Gitar da bu işlevi görecekti ki ilk gecenin ardından sıkı çızıklarla/çiziklerle karşılaştım ve bu ilişki bitti.
Gitardan da vazgeçince en azından kampüse gitmeliyim, didim. İşi o derece abartmıştım ki ilk giden öğrenci olduğumdan derslikleri ben havalandırıyordum, en ön sıraya çömelip (Üniversite gençliğine de bu ufacık sıraları layık gördünüz ya affetmiyorum lan sizi; dekan, rektör ve diğer bozuntu türleri.) ayaklarımı sıraya tepiyordum. Zamanla kampüse gelip gitmeler, derslere girip çıkmalar da azalmaya başladı. Enerjimi bu doğrultuda kullanmamın gereksiz olduğuna karar verdim. Didim ki, en azından işe giderken kampüsün önündeki duraktan binerim; böylece arayı da uzatmamış olurum. Her sabah bu duruşa sadık kalmak için çabalasam da olmuyordu sevgili okurlar. Trafiğe bakıyor ve “Vapur, evet vapur!..” diyordum, biz de can sahabıydık/sahibiydik.
Mezuniyet töreni kaldı bi tek elde. Önce niyetlenmeme rağmen Samsunlu Apo’yla -bir başka macerada ayrıntılı olarak anlaticim, söz veriyorum- karşılaşınca bu fikirden de soğudum. Adam sırf mezuniyet töreni coşkusunun bir parçası olan tören elbisesiyle fotoğraf çektirebilmek için binbir takla atmıştı.
Gittikçe ufalıyordum, ufalıyorduk; nihayetinde İstanbul’u da kaybettim. Şimdi bir tek canım kaldı. Ki her yeni güne, hâlâ büyük işlerin adamı olarak başlayan, canım...
Tespit: Hani olur ya; gözlükle hiç arası olmayan aileler vardır da gün gelir o aile fertlerinden biri gözlükle tanışır. Elbette bu tanışma çok sancılı olur. Alışma devresi boyunca, ferdimiz gözlüğünü sağda solda unutur. Diğer fertler de kâh halıda, kâh kanepelerde bu devrim aletiyle karşılaştıklarında durumu yadırgar ve olası batmalarda gözlüklü ferdimize bağırırlar. Evde isyanlar başlar, sistem maatteessüf işlemez olur. Ve neticede günün birinde gözlüğümüz tarihe 'ilk kırılan gözlük' olarak geçer. İşte o gözlük, Fransız İhtilâli'nin görünmeyen yanlarından biri olabiler/olabilir.
Garip olaylar: 'Feysbık' nasıl da batık bir hizmetmiş be arkadaş..
Hayatımızı anlamlı kılan şeyler: Hani ortada bir iddia varken kısa boyunuza rağmen çok ama çok uzun birilerinin üzerinden sıçrar da topa kafa vuramazsınız ya; işte bu hayatınıza anlam katar. “Önemli olan katılmaktı.” felsefesini öğrenmiş olursunuz ve bir dahaki sefere kesin vurursunuz.
Günün sloganı: Ben sana 'gülüm' derim, kira vakti gelir..