Serdar Yıldırım Hikayeleri

Serdar Yıldırım
18-06-2025, 12:35   |  #1  
Serdar Yıldırım avatarı
OP Taze Üye
Teşekkür Sayısı: 0
0 mesaj
Kayıt Tarihi:Kayıt: Haz 2025

SIRTLAN ZOBO
Sırtlan gruplarının dışladığı, aralarında barındırmadığı Zobo adındaki sırtlan bir şehrin çok yakınlarına gelmişti. Çayırın ortasında toparlak bir şey dikkatini çekti. Bu neydi? Zobo, onu kokladı. Burnuyla ittirdi. Yuvarlanıyordu. Biraz daha, biraz daha derken, o yuvarlandıkça, Zobo zevk aldıkça, oyun sürdü. Daha sonra oyunu bıraktı. Yorulmuştu. Çimenlere yattı. Uyuyakaldı.
Zobo gürültüye uyandı. Tatlı tatlı gerindi. Anında gerinmeyi bırakıp büzüştü. Vitesi geri taktı. Geri geri gitti. Az sonra çalıların arasında görünmez oldu. Ama görüyordu. Ne olup bittiğini anlamaya çalışıyordu. Bu dünyanın sahipleri yani insanlar, o yuvarlanan şeyin peşinden koşuyordu. Arada bir durup bağırışıyorlar sonra yine oyuna devam ediyorlardı. Tahta direklerin arasında biri o yanda, biri bu yanda, iki insan sabit bekliyordu. Eğer vuruş direklerin arasından geçerse gool diye bağırıyorlardı. Galiba bunlar iki ayrı takımdı ve maç yapıyorlardı. Bunları düşünürken toparlak şey yuvarlandı ve yanına geldi. Zobo fırladı, topu burnuyla ittirdi, ayaklarıyla vurdu, sahanın ortasına geldi. Zobo'yu görünce önce korkan insanlar, sonra alıştılar. Gol atınca onu alkışladılar. Koştu, koştu, insanlarla çoştu, başroldeydi ve kalıplaşmış bir takım fikirleri kırmak mümkündü.
Sonra insanlar gittiler, Zobo yalnız kaldı. Daha sonraki günlerde çok bekledi insanlar gelir diye ama kimse gelmedi. Güçlü çenesiyle ısırarak topu patlattı. Ses yüksek frekanslıydı, çok korktu. Hızla koşarak oradan uzaklaştı. Dağlara gitti. İnsan yapısı top patlıyor ve korkutuyordu. Demek ki, insan da patlar ve korkuturdu. Bunun üzerine bir daha insanlarla karşılaşmamaya söz verdi.

SON

---------------------------------------------------------

PANTER
Panterin biri, bir ovanın ortasına bakkal dükkanı açmış. Özellikle su, sulu gıdalar ve et satışları çok oluyormuş. Panter bire almış, ona satmış. Parasına para katmış, zengin olmuş. Ovada yaşayanların eğitim eksikliği panterin dikkatini çekmiş. Bakkal dükkanının karşısına ticaret okulu yaptırmış. Pek çok yavru hayvan bu okulda okumaya başlamış. Ticaret dersine panter girerek ders vermiş. Onlara ticaretin kurallarını, ticarette nelerin yapılması ve nelerin yapılmaması gerektiğini öğretmiş.
Bir yıl sonra okul ilk mezunlarını vermiş. Yavru ayı, yavru kurt, yavru tilki... şimdi kocaman olmuşlar. Mezun olur olmaz ovadaki tek ticarethane olan bakkala yönelmişler. Panter, suyu, eti kaça alıp kaça satıyor, araştırmışlar. Okulun masraflarını karşılamak için, karını giderek artıran ve bire alıp yirmiye satmaya başlayan panterden şikayetçi olmuşlar. Orman mahkemesi panteri suçlu bularak hapse atmış. Panterin ilk ziyaretçileri öğrencileri olmuş. Toplu halde gelen öğrenciler panterden özür dilemişler. Panter onları sessizce dinlemiş.
Ertesi gün panteri odasına çağıran hapishane müdürü, öğrencilerinizi iyi yetiştirmişsiniz, deyince, panter, ne demezsin, demiş. Hem biraz fazla iyi yetiştirmişim. Ticaret gelişsin, bölge kalkınsın derken, bu gidişle ticaret yok olacak.
Hapishane müdürü:  " Yok canım, öğrencileriniz bakkalı işleteceklermiş. Ticaret neden yok olsun? "
Panter:  " Bakın ben sıfırdan zirveye çıktım. Sıkıntılar yaşadım, fırtınalara göğüs gerdim. Onlar hazıra kondular. Paraşütle zirveye çıktılar. Küçük bir esinti karşısında direnemezler. Zirvede tutunamazlar. "
Aradan bir ay geçmemiş. İflas eden bakkal dükkanı kapısına kilit vurmuş. Okul zaten kapanmış, öğrenciler dağılmış. Kuraklığı yaşayan ovada bir damla suya hasret kalınmış. Ova mahkemesi davayı gözden geçirmiş ve panteri serbest bırakmış. Panter bakkal dükkanını yeniden açmış. Dükkan müşterilerle dolup taşmış. Panter kar marjını artırarak bire alıp elliye satmaya başlamış.
Panter okulu da açmış. Yeni öğrencilerine ticaret dersi vermeye başlamış. Derslerinde girişimci olmanın yararlarını ve girişimcinin korunması gerektiğini vurgulamış. Bir daha panteri hiçbir öğrencisi şikayet etmemiş.

SON

----------------------------------------------------------------

ANNE KANGURU
Bir kanguru varmış. Kesesinde yavrusunu taşırmış. Zamanla yavru büyümüş, keseye zor sığar olmuş. Ayrılık vakti gelmiş, çatmış.
Anne kanguru: " Benim güzel yavrum, artık büyüdün, kocaman oldun. Ayrılacağız, sen yoluna ben yoluma. "
Bunun üzerine yavru kanguru: " Anne, ne olur beni bırakma. Ben sensiz ne yaparım? "
Anne kanguru: " Ama canım, ben senin kadarken çoktan yalnız kalmıştım. Canımı dişime taktım, zorlukları alt ettim, hayatın kötülüklerine göğüs gerdim. Savaştım ve kazandım. "
" Anneciğim, canım benim. Ne olur, bir süre daha seninle kalayım. Gelişeyim, güçleneyim. O zaman hızlı koşarım. Dingolar, ( Avusturalya'da yaşayan bir köpek türü. ) beni yakalayamaz.
" Güzeller güzeli, Esat'ım benim. Aman, ağzından rüzgar alsın. Seni dingolara teslim etmem. Gerekirse birkaç ay daha sana bakarım. "
Ertesi gün yavrusuyla birlikte otlamakta olan anne kanguru ileriden gelmekte olan dingoları görmüş. Dingolar geliyor deyince yavru kanguru annesinin kesesine girmiş. Hızla kaçmaya başlayan anne kangurunun peşine dingolar takılmış. Giderek yaklaşmakta olan dingolardan kurtulamayacağını anlayan anne kanguru, yavrusuna şöyle demiş:  " Esat, dingolar yaklaşıyor. Şu köşeyi dönünce ağaçların arasına seni bırakacağım. Yere yat, sessizce bekle. Ben peşimdekilerden kurtulunca seni almaya gelirim. "
" Tamam oldu. "
Biraz sonra hafifleyen anne kanguru dingolarla arasını giderek açmaya başlamış. Sonunda dingolar, anne kangurunun peşini bırakmışlar. Anne kanguru çok uzaklardan geniş bir yay çizerek yavrusunu bıraktığı yere sabaha karşı gelebilmiş. Aramış, taramış, çalı diplerine, ağaç kovuklarına bakmış, bağırmış, yavrusu yokmuş. Günler sonra yavrusunu bulmaktan ümidini kesmiş ve ağlayarak bölgeyi terk etmiş. Yavrusunu başka bölgelerde arayacakmış.
Annesi Esat'ı bırakalı birkaç saat olmuştu ki, oradan geçmekte olan kanguruların kralı, Esat'ı görmüş ve yanına almış. Yavrusu olmayan kral, Esat'ı tahtının varisi olarak yetiştirecekmiş.
Böylece aradan on yıl geçmiş. Yaşlanan kral tahtını Esat'a bırakmış. Esat, kral olmuş. Kanguruları doğruluk ve adalet ilkelerine bağlı kalarak yönetmeye başlamış.  Kralın evlatlığı Esat'a tahtını bıraktığı haberini duyan anne kanguru çok heyecanlanmış. Yeni kral acaba onun yavrusu olabilir miymiş? Adı da yaşı da aynen tutuyormuş.
Anne kanguru saraya gitmiş. Görevlilere durumu anlatmış. Görevliler, olanları krala söyleyince kral hızla koşarak saray kapısında yaşlı gözlerle bekleyen annesine sıkıca sarılmış.
Esat uzun yıllar krallık yapmış. Annesini yanından ayırmamış. Bu zaman süresince kangurular çoğalmışlar. Dingolarla çetin bir uğraş içine girmişler ve onları yenmişler. Sayıları azalan dingolar, uzak diyarlara göç etmişler. Böylelikle kangurular dingo korkusu olmadan yaşamaya başlamışlar.

SON

-------------------------------------------------------------------

LAMA VE PUMA
Güney Amerika Kıtası'ndaki And Dağları'nda bir lama yaşıyormuş. Bu lamanın adı Heman'mış. Heman bazen sürüyle birlikte otlar, bazen yalnız gezermiş. Hayat güzelmiş, yaşamak güzelmiş, otlamak güzelmiş. Nereden gelmiş bilinmez bir puma ( Dağ aslanı ) ortaya çıkmış. Puma avlanmaya başlamış. Lamalar sağa sola kaçışmışlar ama puma her defasında bir lamayı yakalamış.  Lamalarda bir korku, bir telaş; geceleri bile uyuyamaz olmuşlar. Bir pumanın karnı doyacak diye yüz lama can pazarında, doğru mu bu?
Aradan yıllar geçmiş. Puma belası birkaç günde bir tepedeki mağarasından inerek lamaları avlamış. Son yedi yılda yedi yavrusu olan Heman'ın yavrularını puma almış. Heman, seneye yavrulamak istemiyormuş. Nasılsa puma kapacak diye öteki lamalara da yavru yapmamalarını söylemiş. Belki o zaman puma açlıktan ölürmüş.
Günlerden bir gün Heman tepedeki mağaranın önünde oynaşan dört puma yavrusu görünce, bela bir iken yakında beş olacak. Bunlar bir büyürse vah bana, vahlar size, demiş arkadaşlarına. Yandık ki hem ne yandık, soyumuz kuruyacak, demiş arkadaşları.
Bir yıl sonra avlanmaya başlayan beş puma kısa sürede lamaları kırıp geçirmiş. Geriye sadece Heman kalmış. Heman koşarak zirveye çıkmış. Ulu Kartal Kondor'a seslenmiş. Kondor gelmiş. Heman olanları anlatmış. Yardım dilemiş. Kondor, Heman'a acımış. Dileğini kabul etmiş. Sonraki günlerde pumaları birer birer avlamış.  Heman oralardan çok uzaklara giderek başka bir lama sürüsüne katılmış. Aradan zaman geçmiş bir yavrusu olmuş. Pumasız ortamda yavrusunu büyütmüş. Birlikte kırlarda özgürce koşup oynamışlar.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

Serdar Yıldırım
19-06-2025, 12:51   |  #2  
OP Taze Üye
Teşekkür Sayısı: 0
0 mesaj
Kayıt Tarihi:Kayıt: Haz 2025

DENİZ ÖRÜMCEĞİ İLE KORSANLAR
Eski zamanlarda denizlerde haydutluk yaparak gemileri ele geçirip mallarını yağmalayan korsanlar pek çokmuş. Bu korsanlar, deniz kıyısında, etrafı surlarla çevrili kaleleri barınak olarak kullanırlarmış. İşte bu kalelerden birinde yaşayan korsanlar, o civardan gelip geçen gemilerdeki insanların paralarını, mallarını alırlar ve gemiyi batırıp kaçarlarmış. Deniz ortasında batan gemiden kurtulan olmazmış. Bu zulüm yıllarca sürmüş.

Korsan kalesinin yakınlarında yaşayan bir deniz örümceğinin olanlar ilgisini çekmiş. Korsanları izlemeye başlamış. Onların ne kadar acımasız olduklarını görmüş. Korsanlarla mücadele edebilmek için, çok büyümek istemiş.

Aradan yıllar geçmiş, deniz örümceği devasa boyutlara ulaşmış. Gövdesi kocaman, kolları onar metre olmuş. Denizde yelkenlerini açmış ilerleyen korsan gemisine yetişmiş ve gemiye çıkmış. Onu gören korsanlar donmuş, kalmışlar. Geminin orta yerine gelerek, gemiyi güçlü kollarıyla sıkıca kavrayıp tüm gücüyle sıkmış. Gemi çatırdayarak ikiye bölünmüş ve korsanlarla birlikte, denizin dibini boylamış. Böylelikle deniz örümceği bundan sonra korsanların yapacağı kötülüklerin önüne geçmiş olmuş.

O denizin diğer korsanları deniz örümceği korkusundan korsanlığı bırakıp çiftçilik yapmışlar, tarla ekip biçmişler, hayvan beslemişler. Alın teri dökerek elde edilen kazançların tadını almışlar, evlenip çoluk çocuk sahibi olmuşlar. Çocuklarına, deniz örümceğinin korsanlarla olan mücadelesini anlatıp durmuşlar.

SON


-------------------------------------------------------------------------------------


DEV KANGURU
Bundan yıllar önce Avustralya'da bir kanguru doğmuş. Doğumunda da iriymiş, iri doğmuş, hızla büyümüş ve erişkin bir kanguru olunca boyu on metre olmuş. Adı da Çuku'ymuş bu kangurunun. Sakin yaratılışlı, sevecenmiş, kimseye zararı yokmuş ama faydası çokmuş. Taşınacak yükü olan, gel Çuku, şu bizim yükü taşıyıver dermiş. Hemen yardıma gider, yükü taşırmış. Karşılık olarak kuru bir aferin alırmış. Aradan zaman geçmiş, kanguruların yaşlı reisi ölmüş. Yeni reis Çuku'yu kovmuş ve diğer kanguruların onunla konuşmasını yasaklamış. On metrelik dev kanguru Çuku, aylarca Gibson Çölü'nde yalnız yaşamış. Ot bulmuş ot yemiş, saman bulmuş saman yemiş, kaktüsü sıkıp suyunu içmiş.

Günlerden bir gün, çölde gezerken, yerde baygın yatan yaralı bir kanguru görmüş. Yaralı kanguruyu bir vahaya götürüp gölgeye yatırmış, yarasını temizleyip su içirmiş. Yaralı kanguru kendine gelince Çuku'ya sarılıp ağlamaya başlamış. Bir ejderhanın kanguruların başına bela olduğunu, kanguruları gördüğü yerde saldırdığını, pek çok kangurunun canına kıydığını söylemiş. Üç gün önce ejderhanın on kadar kanguruyu bir mağarada kıstırdığını, dokuz kanguruyu parçalayıp yediğini, bir tek kendisinin yaralı olarak kurtulduğunu, ejderhanın zehirli dişlerinden uzak durduğunu ve çöle girip, Çuku.. Çuku..  Neredesin?.. diye hep bağırdığını anlatmış.  Yardım et Çuku, ejderha kanguru neslini tüketecek. Git ejderha ile savaş ve onu öldür, demiş.

Yaralı kanguruyu vahada subaşında bırakıp hızla kanguruların yaşadığı bölgeye gelmiş. Ejderhayı elli kadar kanguruyu etrafı yüksek kayalıklarla çevrili bir yerde yakalayıp birer birer yerken görmüş. Nefretle ejderhanın üstüne yürümüş. Ejderha ile uzun süre mücadele ettikten sonra onun üst ve alt çenesinden tutarak ağzını parçalamış. Ejderhadan kurtulan kangurular, Çuku'ya sevgiyle sarılmışlar. Ama Çuku, reisin onu kovarken ötekilerin alaylı sözlerini unutmamış. Ertesi gün çöle geri dönmüş. Yaralı kanguruyu bayağı iyileşmiş, gezinirken bulmuş. Çuku ile kanguru birbirleriyle arkadaş olmuşlar ve yıllardır Gibson Çölü'nde birlikte yaşayıp duruyorlarmış.

SON


----------------------------------------------------------------------------------------


BALSIZ ARI İLE EŞEK ARILARI
Bal arısının biri, bal yapma yeteneğinden yoksunmuş. Ne kadar uğraşsa da bal yapamıyormuş. Kovandaki arılardan onunla ilgilenen yokmuş. Herkes kendi işine bakıyormuş ama o, bütün gözleri üstünde hissediyor ve arıların acıyarak baktıklarını sanıyormuş. Bu duruma daha fazla dayanamayacağını düşünen balsız arı, arı kolonisini terk ederek, uzaklardaki dağa gitmiş. Oralarda bulduğu boş bir kovana girerek, kapıyı içeriden sürgülemiş. Dünya ile ilişkisini keserek, inzivaya çekilmiş.

Aradan üç-dört saat geçmiş ki, on tane eşek arısı kovanın yanına gelmiş. Eşek arıları, bal arısı arıyormuş. Onlar bal arılarının ezeli düşmanıymış. Eşek arıları, kovan kapısının içeriden kilitli olduğunu görünce kenardaki küçük deliklerden bakmış. Kovanda bir tane bal arısı varmış ve dönüp duruyormuş. Eşek arısı korkusu, balsız arıya derdini unutturmuş çünkü eşek arılarının ne niyetle buraya geldikleri, konuşmalarından belli oluyormuş. Balsız arı korkadursun, eşek arıları, hep birlikte yüklenip sürgüyü kırarak, içeri girmiş.

Eşek arısı sormuş: " Sen neden buradasın? "  Balsız arı sonun başlangıcındaymış. Sesi çıkmamış. Hem sesi çıksa ne olacakmış? Ne diyecekmiş ki?

Bir diğer eşek arısı:  " Ben bunu anladım. Bu bir suç işledi veya bal arılarına karşı geldi. Bunu buraya hapsettiler. Bir söz vardır, düşmanımın düşmanı dostumdur, diye. Bu arı, bal arılarının düşmanıysa bizim dostumuzdur. Salıverelim gitsin. "

Bir sonraki eşek arısı:  " Doğru, salıverelim gitsin. Her gittiği yerde bizim büyük gücümüzü, kuvvetimizi, kudretimizi anlatsın. Bizim kendimize inancımız tamdır ve ancak kendimize inanırız. "

Balsız arı suyu sıkılmış limon gibiymiş ama yine de konuşmuş:  " Ben bal yapamıyorum. Bal yapanların arasından kaçtım. Kendimi buraya hapsettim. Ben balsız arıyım. "

Bir diğer eşek arısı ikinci kez konuşmuş: " Doğru. Balsız bir arı bal arısı değildir ve bizim dostumuzdur. Haydi, yoluna git balsız arı. "

Eşek arıları, balsız arıyı orada bırakıp uçup gitmiş. Eşek arıları gidince balsız arı orayı terk etmiş. Eski kovana geri dönmüş. Kovandaki arılar yine kendi alemindeymiş, onunla ilgilenen olmamış. O da madem bal yapamıyorum bari bir işe yarayayım diyerek, kovanın bir köşesinde yavru arılara hayat dersi vermeye başlamış.

SON

Son Düzenleme: Serdar Yıldırım ~ 19 Haziran 2025 12:54
Serdar Yıldırım
19-06-2025, 22:04   |  #3  
OP Taze Üye
Teşekkür Sayısı: 0
0 mesaj
Kayıt Tarihi:Kayıt: Haz 2025

ANTİLOP İLE AKREBİN DOSTLUĞU
Afrika'nın ortasındaki uçsuz bucaksız düzlüklerde bir antilop yaşıyormuş. Bu antilop arkadaşlarıyla yarışır ve hep birinci olurmuş. Çok hızlıymış. Onun çitalarla yarışıp birinci olduğunu görenler varmış.

Bir gün antilop  diğer antiloplarla yaptığı yarışı en ön sırada tamamlamış. Yarışı seyreden orman sakinlerinden bazıları antiloptan imzalı resim istemişler. Antilop çantasında bulunan resimleri alarak imzalamaya başlamış. En sondaki akrebe sıra geldiğinde şanssızlık bu ya resim bitmiş.

Antilop: " Ne yazık ki resim bitti. Çok isterdim bir resmim daha olsaydı ve imzalayıp size verseydim ama olmadı. Çantada hiç resim kalmadı. Başka sefere söz size iki resim imzalarım. "

Antilop böyle demiş ama akrep herkesin yanında küçük düştüğünü sanıp utanmış, kızarmış. Antilop yürüyüp giderken, dişlerini gıcırdatmış:  " Görürsün sen antilop, bunu yanına bırakmam. İntikamım korkunç olacak. "

Daha sonraki günlerde akrep, antilobun girdiği her yarışı seyretmiş. Yarış bitince antilobu tebrik etmiş. Kendini ona tanıtmış. Aralarında dostluk ortamı oluşmuş.

Bir gün akrep, antiloba: " Şampiyon, seninle arkadaş olmak istiyorum. " demiş.

Bunun üzerine antilop, akrebe: " Ne zamandan beri tanışıyoruz, arkadaşız ya. " demiş.
" Arkadaşız da, ben bu arkadaşlığı ileri seviyelere taşıyıp, sırdaş olmak istiyorum. Pek çok sırrım var ve bu sırları seninle paylaşmak istiyorum. "
" Tamam, anlat o zaman. Gel şu tenhaya gidelim, orada ne sırrın varsa anlatırsın. "
" Olur mu, arkadaşım! Toprak, ağaç, çimen bizi duyabilir. Yerin kulağı vardır. Sen iyisi mi izin ver üstüne  çıkayım, oradan kulağına girip anlatayım. Böylece kimse sırlarımı duymamış olur. "

Akrebin isteğinde kötü niyet aramayan antilop, ona izin vermiş. Akrep hızlı adımlarla antilobun üstüne çıkmış ve kısa bir zaman sonra kulağına girip orada çöreklenmiş ve başlamış antilobu tehdit etmeye:  " Hemen yere çök ve sesini çıkarma. Yoksa seni sokarım. "

Antilop olanlardan bir şey anlamamış. Akrebin ses tonundan işin ciddiyetinin farkına varmış ve yere çökmüş. Antilobun çok korkması ve her istediğini yapması akrebi azdırmış, daha büyük olaylara zemin hazırlamasına fırsat yaratmış.

Akrep antilobun yarışlara katılmasını istiyormuş ama yarışta önde giden antiloba, yavaşla yoksa kuyruğumu kulağına saplarım, diyormuş. Yavaşlayan antilop sonuncu oluyor ve taraftar kaybediyormuş.

Günler sonra antilop yalnız ve çaresiz kalmış. Artık akrebin zorlamasıyla yarışlara katılıyor ve sonuncu olunca gözyaşları içinde ağlıyormuş. Antilop ağlarken, akrebin kahkahaları kulağında çınlıyormuş.

Akrep bir gün neden böyle davrandığını anlatmış, Resim olayından bahsetmiş.
Günlerden bir gün antilop toprak yolda yürürken, hapşırmış. Antilobun kulağında duran akrep boş bulunmuş, yere düşmüş. Akrebi yerde gören antilop ayaklarıyla vurarak onu öldürmüş. Böylelikle akrepten ve onun acımasız dostluğundan kurtulmuş.

Antilop daha sonra yarışlara katılmaya başlamış. Girdiği her yarışı kazanarak, kendine taraftar toplamış. Çevresi giderek genişlemiş, arkadaşları çoğalmış. Arkadaşlarına, herkesle arkadaş olabilirsiniz ama bir akreple kesinlikle arkadaş olmayın. Akrebin size vereceği zarar hayatınıza bile mal olabilir, demiş.

SON

Serdar Yıldırım
20-06-2025, 19:09   |  #4  
OP Taze Üye
Teşekkür Sayısı: 0
0 mesaj
Kayıt Tarihi:Kayıt: Haz 2025

BIKTIM ARTIK YALNIZLIKTAN
İstanbul'un işlek bir caddesinde marketleri vardı. Babası marketi işletiyordu ama Eren liseyi bitirmiş, üniversite imtihanlarına hazırlanıyordu. Onun ideali hukuk fakültesine girmek ve avukat olmaktı. Bir gün babasının yanına gitti.  Babası: " Oğlum, boş zamanlarında yanıma gelsene. O kadar iş güç var, ben hepsine yetişemiyorum. Gel işin bir ucundan tut. Apartmanlardan telefonla sipariş geliyor, gidemiyorum. Sen gelmezsen bir yardımcı alacağım, haberin olsun. "
Bunun üzerine Eren: " Bırak ya baba, ihtiyacı olan gelir markete ne alacaksa alır. Müşterinin ayağına gitmem. Boğazımı sıksalar kimseye köle olmam. "

Baba oğul konuşmalarını sürdürürken sarı saçlı, mavi gözlü, sümbül, bülbül o kadar güzel bir genç kız markete girdi ki, Eren beyninden vurulmuşa döndü. Neredeyse oturduğu sandalyeden yere düşecekti. Kız iki sakız aldı, elindeki sipariş kağıdını verdi ve kaçamak bir bakış atıp çıkıp gitti. Babası kağıtta yazılanları tezgahın üstüne sıralıyordu. Babasının yanına sokuldu:  " Baba, istersen bunları ben götüreyim. Kız karşıdaki apartmana girdi. Daire numarası kaç? "
" Eren bunları sen mi söylüyorsun? İstenenleri ben götürürüm. Sen buraya bakıver. "
" Şey, sana yardım olsun diye öyle dedim."
" Hani demin köle olmam dediydin de. "

Babasının poşete doldurduğu yiyecek ve içecekleri kızın dairesine bıraktı. Kızı daha yakından görünce tam çarpıldı. Ona aşık oldu. Sonraki günlerde marketten çıkmaz oldu. Kız telefon edip bir kutu kibrit istese bile ayağına götürdü. Aylar sonra babası yokken kıza markette arkadaşlık teklif etti ama kız bu teklifi reddetti:  " Ay, şuna bak, bakkal çırağı. Sen benim pabuçlarımın arkadaşı olursun. Kendini ne sanıyorsun? Dünyada bir tek erkek sen kalsan sana bakmam, bin tane gönlüm olsa birini sana vermem. "
Buna çok üzüldü ve gık diyemedi. Yer yarılsa da içine girsem diye düşündü.
Daha sonraki günlerde kendini derslerine verdi. Çok çalıştı. Ankara Hukuk Fakültesi'ni kazandı ve dört yıl sonra avukat oldu. Fakültede okurken birkaç kıza arkadaşlık teklif eden Eren  avucunu yaladı. Daha sonra İstanbul'a geri dönen Eren bir avukatın yanında bir yıl staj yaptıktan sonra kendi hukuk bürosunu açtı. Kazancı yerindeydi. Bir gün babasının marketine gitti. Yıllar önce kendisine bakkal çırağı diyen kızla karşılaştı. Kız marketten çıktıktan sonra peşine takıldı. Apartmanın girişinde kıza kendini tanıttı ve o zamanlar bakkal çırağı dediğini ama şimdi  bir avukat olduğunu hatırlattı ve arkadaşlık teklifini tekrarladı.
Sarışın kız:  " Avukat değil, astronot olsan sana bakmam, senin arkadaşlık teklifini kabul etmem. Zannetmiyorum ki seninle arkadaş olmak isteyecek bir kız bulunsun. Biz bin kız olsak ve bir adada mahsur kalsak, aramızdaki tek erkek sen olsan inan bir kız çıkıp da sana sarılmaz. Şu sözlerimden utan ve bir daha karşıma çıkma. "

Hızlı adımlarla kızın yanından uzaklaştı. Parka gitti. Dondurma aldı ama dondurmayı yere düşürdü. Az sonra ayağı taşa çarptı, tökezledi, neredeyse yere düşüyordu. Bir banka oturdu. Önünden gelip geçen kızlara imrenerek baktı. Neden benim böyle bir kız arkadaşım yok diye iç geçirdi. İçinden bir ses:  " Olur, Eren olur, sen hele sabret. " dedi.
" Sabret, sabret. Sabredeyim de ne zamana kadar? Yıllar geçiyor, bıktım artık yalnızlıktan. "
" Biraz daha sabret. Yakında senin de bir kız arkadaşın olacak. "
" Yakında mı? Ne kadar yakında? "
" Çok yakında. Pek yakında. "
Gözlerini sıktı. Sağa sola bakındı. Biraz umutlandı. Bakarsın olur diye düşündü. Bakarsın bir gün benim de bir kız arkadaşım olur. Ayağa kalktı. Ellerini pantolonunun ceplerine soktu. Hafiften bir türkü söylemeye başladı ve parkın çıkışına doğru yürüdü.

SON


-------------------------------------------------------


Bir forumda bir arkadaş, senin yazdığın aşk hikayeleri hep mutlu sonla bitiyor. Benim yaşım otuzu geçti. Aşık olduğum kızlardan devamlı olarak olumsuz yanıt aldım. Yaz bakalım, benim durumumu yaz. Arkadaşlık teklifimi reddeden kızları yaz. Hikayenin sonunda umudumu tamamen kaybediyorum.
Arkadaşın bu mesajı üzerine bana 1 hafta süre vermesini, en geç bir hafta sonra hikayeyi okuyabileceğini bildirdim. 5 gün sonra BIKTIM ARTIK YALNIZLIKTAN adındaki hikayeyi okuyucuların ilgisine sundum. Arkadaş, hikayeyi çok beğendi. Benim de gençliğimde ters yüz olduğum durumlar vardı. Hikayeyi yazmak zor olmadı.

Serdar Yıldırım
20-06-2025, 19:10   |  #5  
OP Taze Üye
Teşekkür Sayısı: 0
0 mesaj
Kayıt Tarihi:Kayıt: Haz 2025

HURDACININ AŞKI
Hurdacı genç el arabasıyla hurda toplamaya çıkmıştı:   " Haydi, demir alırım, bakır alırım, alüminyum alırım, sarı alırım. " diye bağırıyordu.  Çok zengin, katları, yatları, köşkleri, fabrikaları bulunan bir ailenin kızı olan Hülya, üstü açık, spor arabasıyla köşkün bahçesinden yola çıkmıştı. Hurdacı gencin sesini duyunca frene bastı. Bekledi. Hurdacı genç, arabasının yanından geçerken:  " Affedersiniz ama, siz aldığınız demirleri, bakırları ne yapıyorsunuz? " diye sordu.
Bunun üzerine hurdacı genç durdu:  " Ne yapacağım, bunları alan hurda deposu var, oraya satıyorum. "
" İyi kazanıyor musun? Bu iş günde ne kadar para bırakıyor? "
" Ben çok gezerim. Gün sonunda on kağıt kazandıysam, keyfim yerine gelir. Bazen çöpten hurda çıkıyor. Böyle hurdanın tümü kar. On beş-yirmi kağıt kazandığım günler oldu. Böyle ballı günlerde, kendime bir ziyafet çekerim. "
" Ziyafet mi? Nasıl bir ziyafet bu? Kokteyl partisi falan mı? "
" Kokteyl partisini hiç duymadım. Bir keresinde Cumhuriyet Halk Partisi'ne gitmiştim. Sağ olsunlar. Bana çok iyi davrandılar. Çıkarken, buyur, yine gel dedilerdi ya, ikinci kere gidemedim. "
" Siz neler söylüyorsunuz? Cumhuriyet Halk Partisi de nereden çıktı? Kendime ziyafet çekerim dediydiniz. "
" Ziyafet işte ama kendi çapımda. Çarşıdaki kebapçıda bir buçuk iskender yerim."

Yakışıklı hurdacı genç, muzipçe o kadar güzel gülümsedi ki, Hülya da gülümsemekten kendini alamadı. Hülya'nın birden aklına köşkün arka tarafındaki atıl demirler geldi. Orada bir de eski soba vardı. Çocukluğundan beri onlar orada duruyordu. Bilmem bu genç onlara kaç para verirdi?
Hülya: " Arkadaş, senin adın ne? " diye sordu. " Benim adım Hülya: "
Hurdacı genç: " Benim adımda Şevket ama arkadaşlar bana Şevko derler. "
Hülya: " Şevko, bizim köşkün arka tarafında hurda demirler var. Sanırım bir de eski soba olacaktı. Onlara ne verirsin? "
Şevko: " Önce demirleri ve sobayı göreyim sonra bir fiyat biçerim. "

Hülya spor arabasını köşkün önüne park etti. Şevko ise, tek tekerlekli el arabasını iterek, birlikte köşkün bahçesine girdiler ve köşkün arka tarafına doğru yürüdüler. Onları köşkün penceresinden seyretmekte olan Hülya'nın babası, yanında korumaları olduğu halde, bahçeye çıktı ve Hülya'nın yanına gitti.
Hülya'nın babası: " Kızım ne oluyor? Bu hurdacı da neyin nesi? "
Hülya: " Hiç babacığım. Bu Şevko. Az önce arkadaş olduk. "
Hülya'nın babası: " Arkadaş mı oldun? "
Hülya: " Evet, arkadaş oldum ve buradaki demirleri ona satmak istiyorum. "
Hülya'nın babası: " Ee iyi, sat bakalım. "
Hülya, Şevko'dan yana dönerek: " Arkadaş, bu demirlere ve sobaya ne verirsin? "
Şevko: " Demirler para etmez, arabaya atıvereyim. Sobaya beş lira veririm. "
Hülya: " Sen şimdi bu kadar demir para etmez diyorsun ha? Ama kilo hesabı satacaksın. Demirler kalsın. Sobaya beş lira az, şuna on beş desek. "
Şevko: " Hemen kızma arkadaş! Sobaya on beş tamam ama yanında demirleri de isterim yani burada ne varsa hepsine on beş. "
Hülya: " Olmaz! Hepsine yirmi. Beş kuruş aşağı olmaz. "
Şevko: " Tamam, hepsine yirmi. Ben şunları arabaya yükleyivereyim. "
Şevko, demirleri ve sobayı arabasına yükledikten sonra, Hülya'ya dönerek:  " Şimdilik beş lirayı vereyim, kalanı yarın bu vakitler buraya getiririm. Görüşmek üzere. " deyip, arabasını iterek gö türmeye başladı.
Hülya, Şevko'nun verdiği beş liraya bakakaldı. Bir an babasıyla göz göze geldi. Babası onun haline acıyarak bakıyordu:  " Kızım, seni Amerikalarda boşuna okutmuşum. İktisat üniversitesinden mezunsun ama üniversitenin ünisinden haberi olmayan birine karşı yirmi sıfır galip gelmen gerekirken, on beşe beş yeniliyorsun. Bu genç sana on beş lirayı getirmez. Gitti gider. "
Babası bu sözleri söyledikten sonra korumalarıyla birlikte uzaklaştı. Hülya iki damla gözyaşının yanaklarına süzüldüğünü fark etti. Bebeklik günleri hariç, ağlamadığını biliyordu. Çok iyi bildiği bir şey daha vardı: İnsan karakterleri. Karakter tahmini işinde hiçbir zaman yanılmamıştı. Tahmini doğru çıkarsa, Şevko yarın gelir ve on beş lirayı getirirdi. Eğer Şevko yarın gelir ve on beş lirayı getirirse, ondan ayrılmayacağına kendi kendine söz verdi.

Yarın olmuştu. Hülya bir saati aşkın bir zamandır köşkün bahçesinde dolanıp duruyordu. Bilmem kaçıncı defa bahçe kapısına yaklaşmıştı ki, Şevko'yu gördü. Şevko gelmişti:  " Kusura bakma, arkadaş. Dün yanımda başka param yoktu da ondan öyle oldu. Yoksa borç bırakmak istemezdim. İşte on beş lira. "
Hülya: " Parayı getirdin ya gerisinin önemi yok. Demirlerle sobayı satınca sana iyi kar kaldı mı? "
Şevko: " Aman, ne demezsin! Çok iyi kazandım. Onları altmış liraya aldılar. Yirmi sana verdim bana kırk lira kaldı. Şimdiye kadar böyle ballı alışveriş yapmamıştım. Çarşıdaki kebapçıya gidiyorum. Benimle gelir misin, arkadaş? İskender haricinde ayran, kola ne içersen ısmarlarım. "
Hülya, Şevko'nun dediklerine bir güldü, bir güldü ki sormayın!
Onlar çarşıdaki kebapçıda çok güzel ve neşeli bir ziyafet çektiler. Hülya konuşma aralarına sorular sıkıştırarak Şevko'yu daha yakından tanımak fırsatını buldu. Onda gelişmeye, daha çok kazanmaya uygun muhteşem bir ticari zeka bulunduğunu fark etti. Dört yıllık hurdacı ve yirmi beş yaşındaydı. Askerliğini yaptıktan sonra köyüne dönmemiş, Bursa'da kalmıştı. Köyünde beşi bitirmiş, altının yan kapısından geçmişti. ( Altıncı sınıfa ait birkaç kitap bulmuş ve bunları okumuştu. ) Daha dün canlıca yaşadığı olayda adam beş lira sermaye ile on beş lira borcunu ödemiş, kırk lira da temiz para kazanmıştı. Yirmi liranın karı kırk lira olmuştu. Demek ki, yirmi bin lirası olsa kısa zamanda kırk bin lira kar edebilirdi.

Hülya birkaç gün sonra durumu babasına anlatarak, Şevko'yu şirketlerinden birinde işe aldırdı. Şevko ilk gün kıyafetlerini yadırgadı. Takım elbiseli, beyaz gömlekli, kravatlı halini aynada görünce şaşırdı ama zamanla alıştı. Hülya bu ilk avansın deyip beş bin lira verince cebi kızıştı. Para tomarı pantolonunun cebinde şişkinlik yapınca bir cüzdan alıp ceketinin iç cebine koymayı ihmal etmedi.

Şevko kiralık olarak tuttuğu apartman dairesinde satın aldığı pek çok kitabı okumaya başladı. Aradan aylar geçtikçe, beyninin hücreleri bilgiyle, bilimle, kültürle aydınlanmaya başladıkça, çağdaşlaştıkça, bakışları değişti, gözlerinden zeka fışkırmaya başladı. İnanılmazı gerçekleştirip dünyaya bir fakirin neler yapabileceğini göstermek istiyordu. Bunun için yıllardır fırsat kollamıştı. Beyninin en ücra köşelerindeki fikirleri, çevresindekilerden yanlış anlarlar diye açıklamaktan korktuğu düşünceleri şirketteki çalışma ofisine gelen Hülya'ya anlatıyor ve takdir görüyordu. Ne demek öyle, söz gümüştür. Şevko'ya göre, söz altın değerindeydi. Söz, ağızdan çıkar ve iyiyi, doğruyu, güzeli anlatırdı. Konuşacaktın, her konuda bilgini ortaya koyacaktın. Herkes istediği konuda fikir ileri sürüp yorum yapabilirdi. Bu konuda ben böyle düşünüyorum derdin ve kesinlikle yanlışa düşmezdin. Önemli olan, ben diyebilmekti. Boyun bükmeden, eğilmeden savunduğun fikrin takipçisi olabiliyorsan, Ne Mutlu Türküm Diyene.

Şevko, Hülya'nın ofise uğramadığı günlerde huzursuz oluyordu. Her gün mutlaka onu görmek, onunla konuşmak istiyordu. Zamanla Hülya'yı sevmeye başladığını fark etti. Bu sevgi öylesine büyük bir sevgiydi ki, kısaca adına aşk dedi. İnsanoğlu dünyada var oldukça aşk da var olacak ve benim aşkım, sırılsıklam aşık olan Şevko'nun aşkı yani Hurdacının Aşkı adıyla isim bulacaktır. Aslında Hülya da Şevko'ya karşı ilgisiz değildi. Tanıştığı ilk günlerde Şevko'ya karşı derin bir his ve sevgi duyduğunu anlamıştı. Şevko'ya yardımcı olmuş, onu sokaktan kurtarmış ve zirveye taşıyordu.

Aradan beş yıl geçti. Bu beş yıllık sürede Şevko para kazanmanın inceliklerini keşfetmekle meşguldü. Bir aralık para kazanmanın püf noktaları isimli bir kitap bastırmaya kalkışmış ve Hülya'nın gayretleri sonucu hazırladığı dokümanları sobada yakmıştı. Tahvil ve hisse senedi alımlarına girişen Şevko kıyısından, köşesinden de olsa azıcık bir servet oluşturmuştu. Şirketten kazandığı parayı yani aldığı maaşı derin dondurucuya atmıyor, o parayı çalıştırarak, paraya para kazandırıp, kasasına sıcak para girişi sağlıyordu.

Bir gün Şevko, çalışma ofisine gelen Hülya'ya aşkını anlattı. Onu çok sevdiğini ve evlenmek istediğini söyledi. Hülya da, Şevko'ya, kendisini çok sevdiğini ve evlenme teklifini kabul edebileceğini fakat babasının olurunu almak istediğini söyledi.  Köşkteki akşam yemeğinden sonra Hülya, babasına, bugün bir evlenme teklifi aldığını, bu teklifi yapan genci yıllardır tanıdığını ve onu çok sevdiğini söyledi. Bunun üzerine babası:             " Kızım, bu gencin otomobil fabrikası var mı? " diye sordu.
" Yok baba, nereden olsun? Belki zamanla otomobil fabrikası kurar. "
" Bak kızım, ben zenginliğe haddinden fazla önem veririm. Seninle evlenecek olanın mutlaka otomobil fabrikası olmalı. Sen doğduğun gün, ben bu kararı almıştım. Fabrikası olmayana ben kız vermem. "
" Baba, bana talip olan bizim Şevko. Hani bir zamanlar hurdacıydı da, sonradan şirkette ona iş vermiştin. Üstün gayretleri sonucu beş yılda şirketin karını yüz kat arttıran Şevko. "
" Tamam işte, Şevko, mevko. Kursun otomobil fabrikasını gelsin seni benden istesin. Ben seni sevdiğinle evlendirmem demedim ki. "

Ertesi gün Hülya, Şevko'ya, babasıyla konuştuklarını anlattı. Bunun üzerine Şevko:  " Baban market, pastane açmamı istemiyor ki, otomobil fabrikası diyor. Bankadaki paramı, tahvil ve hisse senetlerimi ortaya koysam otomobil fabrikasının bir kısmını inşa ettiririm. Bu fabrikanın yan kuruluş binaları olacak. Bunları hangi arsa üstüne yaptırırsın? Fabrikanın içindeki makinalar tonla para tutar. "
Hülya: " Bak Şevko, arsa işini düşünme. İki yıl önce babamın bana yaş günümde armağan ettiği beş bin dönümlük arsa yeter. Birkaç bankada yüklü miktarda hesabım var. Altın, mücevher falan da var. İşe girişelim. Paramız yetmezse kredi çekeriz. Babam fabrikayı yarıladığımızı görsün, desteğini esirgemez. "
Şevko ile Hülya iki yıl içinde otomobil fabrikasını hizmete sokup ilk yaptıkları otomobilleri piyasaya sürdü. Otomobiller geniş bir alıcı kitlesi tarafından rağbet gördü ve çok tutuldu. Hülya bir gün Şevko ile birlikte, babasını otomobil fabrikasına gö türdü. Fabrikayı gezen baba, Şevko ile Hülya'nın alnından öptü.

Ertesi akşam Şevko iki tanıdığıyla gidip, Hülya'yı babasından istedi. Baba, Hülya'yı Şevko'ya verdi. Bir ay sonra nişan, iki ay sonra düğünleri yapıldı. En lüks otellerde yapılan nişan ve düğüne Türkiye ve dünya jet sosyetesinin tanınmış simaları katıldı. Şevko ile Hülya evlenerek muratlarına erdiler. Hurdacının Aşkı hikayesi  burada sona erdi.

SON

Serdar Yıldırım
23-06-2025, 13:44   |  #6  
OP Taze Üye
Teşekkür Sayısı: 0
0 mesaj
Kayıt Tarihi:Kayıt: Haz 2025

BİZİM KÖYLÜ İLE PAPAĞAN
Eski zamanlarda yaşayan bir köylü, ormanda yaralı bir papağan bulmuş. Papağanın yarasını saran köylü, onu bir kafese koymuş. Tarlaya giderken, ekin biçerken papağanı yanında götürürmüş. Geldi zaman, geçti zaman papağan iyileşince bizim köylü papağanı serbest bırakmış. Bunun üzerine papağan uçup gitmiş.

Aradan aylar geçmiş. O yıl kıtlık olmuş. O köyün ve diğer otuz dokuz köyün sahibinin adı kırkağaymış. Köylüler, kırkağaya kırkayak derlermiş. Kıtlığın olduğu o yıl bizim köylü işte bu kırkayaktan borç para almış. Ertesi yıl ürün az olunca ve bizim köylü borcunu ödeyemeyince, kırkayak tepesine binmiş. Bizim köylü tarlada çift sürerken, kırkayak, dört adamıyla birlikte gelip, bizim köylünün iki öküzünü borcun faizine karşılık almak istemiş. Bizim köylü buna karşı çıkınca kırkayak ve adamları tarafından dövülmeye, yerlerde sürüklenmeye başlamış.

Aslında papağan kafesten kurtulduktan sonra uzaklara gitmemiş, köyün civarında kalıp, yarasını iyileştiren bizim köylüye göz, kulak olurmuş. Onu uzaktan takip edermiş. Olayı gören papağan karşı ormandan kırkayağın üstüne dalışa geçmiş. Kırkayağın boynundan güçlü pençeleriyle yakalayıp, burnunu ve ağzını gagalayıp kanatmış. Fakat kırkayağın adamlarında biri, papağanı bir vuruşta yere sermiş. Papağan toparlanıp ormana doğru uçmuş ve ormandaki yüzlerce papağanı toplayıp geri dönerek, kırkayak ve adamlarının kırk köydeki saltanatına son vermiş. Papağanlar, kırkayak ve adamlarını öldürdükten sonra, bizim köylüyü sırtlarında taşıyarak bulutların üstüne götürmüşler.


SON

---------------------------------------------------------------------------


PRENSES KELEBEK
Kraliçe kelebek bir ağacın dalları üzerine yüz tane yumurta bırakmış. Karşı dala oturup yumurtalarını seyre dalmış. Aradan zaman geçmiş, yumurtalardan doksan dokuz tane prens kelebek çıkmış. Kraliçe kelebek bu işe çok şaşmış. Prens kelebekler fır dönüp etrafta uçmuşlar. Son yumurtadan kim çıkacak diye merakla bakmışlar. Çok bekletmemiş, son yumurta açılmış. İçinden bir prenses kelebek çıkmış. Prenses kelebek kanatlarını çırpmış, havalanmış. Karşı balkonda bulunan saksıdaki çiçeğe konmuş. Evin hanımı o anda balkondaymış. Ne güzel kelebek diye kanatlarını ellemiş. Kelebeklerin kanatları ellendiğinde tozu gider, uçamazmış. Prenses kelebek korkmuş, kaçmaya çalışmış. Uçamamış ve yere düşmüş.

Kara kedi prensesi fark etmiş. İşte hazır lokma diye düşünmüş. Kraliçe kelebek kediden önce davranmış. Prensesin kanadına kendi kanadından toz üflemiş. Prensesim, uç, kaç, kurtul, demiş. Prenses havalanmış, uçmuş. Annesini kedi yakalamış. Prenses son bir kez dönüp bakmış ama annesini görememiş. İki damla yaş gözlerinden süzülmüş. Uçmuş, gökyüzüne doğru kanat çırpmış.

SON


--------------------------------------------------------------------
---------------------------------------------------------------------

ANTİLOP
Annesiyle birlikte gezerken, gecenin karanlığında annesini kaybeden yavru antilobu, Afrikalı bir köylü bulmuş. Yavru antilobu kucağına alan adam, köyün yolunu tutmuş. Adam, yavru antilobu besleyip büyütmüş. Bir yıl sonra kocaman olan antilobu bulduğu yere bırakmış.
İnsanların arasında yaşamaya alışan antilop, bu duruma alışamamış. Ormanda, bayırda, çayırda yaşayan antiloplar, tekdüze bir yaşam sürüyormuş. Çayırda çimen yersin, ırmaktan su içersin, leopar, aslan korkusundan, uyku nedir bilmezsin. Her an tetikte olmak zorundasın, çünkü yaşamına göz koyanlar varmış.
“ Ben aç kalmasınlar diye leopara, aslana, sırtlana kendimi boğazlatmak zorunda mıyım?“ Diye soruyormuş, antilop. “ Besin zinciriymiş! Bazıları ot yer, ot yiyenler et yiyenlere yemek olur. Böyle bir şey doğru olabilir mi? Uyduran iyi uydurmuş ve yalanına inandırmış. Soruyorum size, kendini benim yerime koyanlar bir düşünseler. Siz durup dururken bir canavara yem olmak zorunda bırakılsanız, ne hissedersiniz? Buraya kadarmış deyip boyun mu eğersiniz yoksa tabana kuvvet kaçar mısınız? İsterseniz kaçmayın ve besin zincirinin bir halkası olun. Ne kadar hızlı koşarsanız, besin zincirinin halkası olmaktan o kadar uzaklaşırsınız. Olayı çok yönlü düşünmeden, yüzeysel olarak karar vermek, insan beyninin doğasına aykırı. “
Antilop dere-tepe gezerken, sonunda karşısına büyük bir şehir çıkmış. Antilop kenar mahalleden şehre girmiş. Bazen yol kenarından bazen kaldırımdan yürümüş. Adamlar, kadınlar, çocuklar, antiloba hayret dolu bakışlarla bakmışlar ve onu sevmişler, sırtını okşamışlar. Daha sonra geniş bahçesi olan bir adam antilobu sahiplenmiş. Onu tavuklar, horozlar, ördekler, kazlar, tavşanlar, koyunlar, keçiler olan bahçeye götürmüş. Antilobun bu bahçede olduğunu duyan pek çok insan, onu görmeye gelmiş. Antilop buradaki parçalamayan, can almayan dostlarıyla sakin bir yaşam sürmüş.

SON

--------------------------------------------------------------------


KERTEN İLE TİM
Kertenkele Kerten, kertenkele sandığı aslında yavru bir timsah olan Tim ile arkadaş olmuş. Birlikte sinek avlamışlar, aralarında candan bir dostluk kurulmuş. Kerten bir gün Tim’e, ailem buradan taşınıyor, çok uzaklara gidiyoruz. Onlarla gitmeye mecburum ama söz mutlaka seni görmeye geleceğim. Buralardan ayrılma, demiş. Tim’in gözyaşları altında Kerten, hoşça kal, demiş ve uzaklaşıp gitmiş.
Aradan yıllar geçmiş. Kerten bir gün geri dönmüş ve Tim’i aramaya başlamış. Tim, Tim, sevgili arkadaşım, ben geldim, Kerten geldi, diye ırmak kıyısında bağırmış. Bunun üzerine ırmaktan kocaman bir timsah kıyıya çıkmış ve Kerten’e doğru koşmaya başlamış:“ Kerten, nihayet yıllar sonra geri döndün. Seni çok özledim, gel sarılalım. “
Timsahtan korkan Kerten geriye kaçıp kayaların üstüne çıkmış:“ Ne Tim’i? Sen Tim olamazsın. Tim benim kadar bir kertenkeleydi. Sen kocaman bir timsahsın. “
“ Hayır, Kerten, ben kertenkele değildim. O zamanlar bir timsah yavrusuydum. Yıllarla büyüdüm. İşe bak ben de seni timsah yavrusu sanıyordum. Sesini duyup seni görünce Kerten neden hiç büyümemiş, diyerek hayret ettim. “
Daha sonra Tim yalvarmış, gözyaşı dökmüş. Birebir yaşadıkları özel anılardan bahsetmiş, konuştuklarından örnekler vermiş. Bunları başkasının bilmesi olanaksızmış ama Tim yaklaştıkça Kerten uzaklaşmış. Daha sonra kaçıp gitmiş. Bir daha da oralarda gözükmemiş. Irmakta yaşayan pek çok timsah, Tim’in devamlı olarak ağladığını, gözyaşı döktüğünü fark etmişler. Tim nedenini hiçbirine söylememiş. Timsah gözyaşları bu olsa gerek.

SON

---------------------------------------------------------------------
--------------------------------------------------------------------


MAYMUNUN ALTIN LİRALARI
Maymunun biri ormanda gezerken altın bir lira bulmuş. Gergedana sormuş, bu nedir, diye. Gergedan da, bilmem ilk defa böyle bir şey görüyorum, demiş. Maymun daha sonra sincapla karşılaşmış. Ona sormuş, bu nedir, diye. Sincap, yuvarlak ama ne işe yarar bilmem ve bilmek de istemem, demiş.
Maymun kime sorduysa, buna benzer cevaplar almış. Maymun sonunda bir insana rastlamış: “ Ey insan, bu elimdeki nedir, bilir misin? “ diye sormuş.
Bunun üzerine insan: “ Bu altın bir liradır. Çok değerlidir. Senin işine yaramaz. Onu bana versene. “ demiş.
Maymun: “ İki takla atarsan, bunu sana veririm. “ demiş. İnsan iki takla atmış ve altın lirayı almış. “ Yine altın lira bulursan bana haber ver. Her lira için, iki takla atarım. “ demiş.
Maymun altın lirayı bulduğu yerde aramış ve bir kese altın lira bulmuş. İnsanların yanına gidip, onlara takla attırmış. İki takla atana, bir altın lira vermiş.
Alan razı, veren razı. Oradakiler, hoşça vakit geçirmişler. Maymun bir altın lira için, insanların neden bu derece değiştiklerini çok düşünmesine karşın, anlayamamış. Herhalde anlamam için, insan olmam gerekiyor, diye düşünmüş.

SON

----------------------------------------------------------------------


KARAKAÇAN
Vaktiyle ülkenin birinde eşekçiler yaşarmış. Bu eşekçiler, dağlarda, ovalarda gezen yaban eşeklerini yakalar, onlara boyun eğdirir ve pazarda satarlarmış. Sermaye gerektirmeyen bir işmiş. Eşek yakalamanın yazı kışı olmazmış. Bazen yazın kavurucu sıcakta eşek peşine düşülür, eşek sürüleri takip edilir ve kurulan tuzak sayesinde önce sürü başı yakalanırmış. Sürü başı yakalanınca amaçsız kaçan öteki eşekleri yakalamak kolaymış. Bu ülkede şimdiye kadar tuzağa yakalanmayan bir sürü başı çıkmamış. Bazen de dondurucu soğukta eşek peşine düşülürmüş.
Karlı bir kış günü kırka yakın eşekçi on dört eşeklik bir grubu ırmak kenarında kıstırmışlar. Sürü başı olan eşeği, gruptan ayırıp yakalamak istiyorlarmış. Arkadan ve önden sarıldıklarını gören eşeklerin biri hariç hepsi sağa, ırmağa doğru kaçmışlar. Sadece biri sola, kara doğru kaçmış. Eşekçiler bağırmışlar: “ Irmağa gidenleri bırakın, kara kaçanı yakalayın. “
Kara kaçan kaçmış, eşekçiler kovalamış ama sonunda boynuna kement geçirilen kara kaçan yakalanmış. Karakaçan yakalanınca sürünün diğer eşeklerini yakalamak zor olmamış. Üç gün içinde hepsi çiftliğe getirilmiş.
O gece karakaçan, sürüsündeki eşeklerle birlikte, ahırın kapısını kırarak kaçmış ve karanlıkta izini kaybettirmiş. Eşekçiler, bir daha karakaçan ve sürüsünün peşine düşmemişler. Onlar, kolay boyun eğen, uysal eşekleri yakalamaya devam etmişler. Arada bir dik başlı bir eşek çıkarsa, ona karakaçan demeye başlamışlar. Zamanla bütün eşeklere karakaçan denmeye başlanmış. Eşekçiler, aradan yüzyıllar geçmesine karşın, karakaçanın o dağlarda yaşadığına inanırlar.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

ozanlale
25-06-2025, 12:20   |  #7  
Taze Üye
Teşekkür Sayısı: 0
0 mesaj
Kayıt Tarihi:Kayıt: Haz 2025

ellerine sağlık

Serdar Yıldırım
07-07-2025, 19:05   |  #8  
OP Taze Üye
Teşekkür Sayısı: 0
0 mesaj
Kayıt Tarihi:Kayıt: Haz 2025

Mesajınıza teşekkür ederim. Sağlıklı ve mutlu kalın.

Serdar Yıldırım
07-07-2025, 19:09   |  #9  
OP Taze Üye
Teşekkür Sayısı: 0
0 mesaj
Kayıt Tarihi:Kayıt: Haz 2025

KARAGÖZ İLE HACİVAT: MATİZ
Hacivat'ı gece uyku tutmaz. Sabah erkenden kalkar, giyinip dışarı çıkar. Karagöz'ün evinin kapısını çalar. Bir daha çalar. Karagöz uykulu gözlerle pencereye çıkar. Bakar kapıyı çalan Hacivat'tır:  " Hacivat, sabahın seher vakti neden kapıyı çalarsın? " diye sorar.
Hacivat: " İn aşağı Karagözüm, yarenlik edelim. Ben söyleyeyim, sen dinle. Sen söyle ben dinleyeyim. "
Karagöz: " De git Hacivat, başka işin yok mu senin? Alırım ayağımın altına. "
Hacivat: " Gel aşağı Karagözüm, gece uyku tutmadı. "
Karagöz: " Seni uyku tutmadı ama benim uykumu kaçırdın. "
Hacivat: " Uykunu mu kaçırdım? Uykun nereye kaçtı? "
" Uykum sana kaçtı, " diyen Karagöz, pencereden Hacivat'ın üstüne atlar. Boğuşmaya başlarlar. Karagöz'ün elinden kurtulan Hacivat: " Dur Karagözüm, sana bir hesap sorusu sorayım, bilirsen hemen giderim. " der.
Karagöz: " Sor bakayım, benim hesabım kuvvetlidir. "
Hacivat: " İki iki daha kaç eder? "
Karagöz: " Hı.. "
Hacivat: " Yani ikiyle ikiyi toplasan kaç olur? "
Karagöz: " Kaç mı olur? İkiyle ikiyi toplasan kaç olur? "
Hacivat: " Tamam işte Karagözüm, ben sana soruyorum. İkiyle ikiyi topla kaç buldun? "
Karagöz: " İki iki daha şey eder. Ya Hacivat, bu soru kolay, daha zorunu sor. "
Hacivat: " Sen bunu bil, daha zorunu sorarım. "


Karagöz düşünürken, aradan zaman geçer. Sağa sola bakınıp bir kurtarıcı ararken, Tuzsuz Deli Bekir çıkagelir. Hacivat'tan çok Karagöz'le haşır neşirliği vardır: " Vay Karagöz, arpacık kumrusu gibi ne düşünürsün? Karadeniz'de gemilerin batamaz, kayığın olsa Marmara'da batardı. Bilmem anladın mı? "
Karagöz bu matizden oldum olası hoşlanmamıştır. Onun olduğu ortamda dut yemiş bülbüle döner. Matize korkuyla karışık saygı duyar. Her zaman, matizin belindeki bıçak olmasa ben bilirim yapacağımı, der. Ama ufaktan da olsa racon kesmeden duramaz: " Ya matiz, Hacivat beni gece rüyasında görmüş. Sabah erkenden kapıma üşüştü. Soru soracağım, dedi. Şimdi sen söyle: İki iki daha kaç eder, ben bilemem mi? "
Matiz: " Bilemezsin. Bilirsen seni sokak sokak sırtımda gezdiririm. " Der ve belinden bıçağını çıkarır, aha bak şuraya yazıyorum, diyerek çömelip toprağı eşeler.


Bunun üzerine Karagöz sadece küçük değil, büyük dilini de yutar. Sus pus olur ve gözlerini aşağı indirir. İçinden, matiz geldi, beni Hacivat'ın elinden kurtardı ama rezil etmese bari, diye düşünür.
Karagöz'ün süngüsünün düştüğünü gören matiz Hacivat'a döner: "Bak Hacivat, ben ilk mektebin birinci sınıfına giderken, sınıfın en tembeliydim. Arap hoca bize dua öğretirdi. Evde kitaptan iyice çalışın, ezberleyin, gelin. İşte şu, şu duaları okutucam, derdi. Ben evde tastamam duaları ezberlerdim ama Arap hoca karşıma dikilince duaları unuturdum.. Bana kızardı, bağırırdı. Senenin ortasına doğru bu Karagöz bizim sınıfa geldi. Arap hoca beni bıraktı, buna yöneldi. Karagöz araptan çok azar işitti. Üçe gitmedi. Daha sonra başka mahalleye taşındılar, bu da araptan kurtuldu. Arap hoca tekrar bana döndü. Bir sene sonra ben de araptan kurtuldum, dörde gitmedim. "
Matiz derin bir iç geçirir, hal ve gidiş böyle  Hacivat kardeş. Haydi, kalın sağlıcakla, der ve yürüyüp gider. Karagöz ile Hacivat ise, az sonra selamlaşıp dostça ayrışırlar.

SON

Son Düzenleme: Serdar Yıldırım ~ 07 Temmuz 2025 19:10
Serdar Yıldırım
07-07-2025, 19:09   |  #10  
OP Taze Üye
Teşekkür Sayısı: 0
0 mesaj
Kayıt Tarihi:Kayıt: Haz 2025

KARAGÖZ İLE HACİVAT: ZAMAN MAKİNESİ      
Karagöz bir gün hızlı adımlarla evinden çıkar ve Hacivat'ın evine doğru yürümeye başlar. Karagöz çok hırslıdır, gözü hiçbir şeyi görmez. Kendisini tanıyıp, selam verenlere bile eyvallah etmez. Hışımla gelip, Hacivat'ın evinin kapısını çalar. Hacivat kapıyı açar:
" Yavaş ol Karagözüm, kapıyı kıracaksın! Tokmağı görmez misin? Tekmeyle kapı çalınır mı? Evi yıkacaksın. Benden korkmaz mısın? "
" Kes! Senden korkmam. Sen benden korkar mısın? "
" Aman Karagözüm, korkarım. Yeter ki, evimi başıma yıkma."
" Hemen gel, benim evin bahçesine. Hani diyordun ya yüz sene sonra ne seni ne beni kimse bilmez, hatırlamaz. Onun sağlamasını yapacağız. Bakalım doğru mu? "
" Hah hah ha. Aman Karagözüm. Bırak yüz seneyi, elli altmış sene sonra bile insanlar bizi hatırlamaz. Suya yazılan yazı gibi, ağızdan söz uçup gider. Kim Hacivat diye, kim Karagöz diye, kim beni ana, kim seni bile. "
" Kes! Çekerim senin kulaklarını. Kapa kapını, düş peşime. "
Gerisin geriye dönüp uzaklaşan Karagöz'ün ardından, Hacivat koşarak zor yetişir:   " Karagözüm, nedir benimle derdin? Ben öylesine şakacıktan söylemişimdir. Sen esas mı sanırsın? "
" Artık iş çığırından çıktı. Sen şakacıktan konuşmadın, ben de esas sandım. Elli altmış sene değil, altı yüz altmış sene sonrasına gideceğiz ve o zamanın insanına bizi soracağız. Ey ademoğlu, Karagöz ile Hacivat'ı bilir misin, diyeceğiz. Yüz kişiden bir kişi bile tanımayan çıkarsa, ben süpürge olayım, yolları süpüreyim. "

Karagöz daha sonra Hacivat'ı evinin bahçesine götürür ve kendi icadı zaman makinesini gösterir: " Bak Hacivat, bu benim yaptığım zaman makinesi. İkimiz buna binip geleceğe gideceğiz. Bakalım Bursa ve Pınarbaşı Meydanı nasılmış? Kaç yüz sene sonra insanlar nasılmış? Bütün bunları öğreneceğiz. "
" Aman Karagözüm, bu ne böyle? Tahtadan, tenekeden bir odacık yapmışsın. Ama bunun tekerlekleri yok. Tekerlekleri olsa bile hani at, hani eşek. Bunu ne çekip götürecek? "
" Kes! Zırıltıyı bırak! Tekerleğe ihtiyaç yok, çünkü yürümeyecek. Bu makine zaman içinde süzülecek. Süzülerek zamandan hızlı gidecek ve zamanın önüne geçecek. İstediğim yerde duracak ve o zamanda kalacak. Biz de makineden çıkıp geleceği göreceğiz, yaşayacağız. "
"Neler diyorsun, Karagözüm? Söylediklerinin yarısını anlamadım. İddianı ispat et, benden sana bir tepsi cevizli baklava hediye. "
Bunun üzerine Karagöz:   " Bir tepsi cevizli baklava mı? Desene ağzım tatlanacak," dedikten sonra zaman makinesinin kapısını açar ve haydi bakalım Hacivat, gir içeri, der.
Hacivat içeri girip sandalyeye oturur. Karagöz de diğer sandalyeye oturup kapıyı kapatır. Ayaklarıyla bisiklet pedalına benzer bir tür pedalı çevirmeye başlar. Aracın etrafını bir zaman bulutu kümesi kaplar. Karagöz, Bursa Pınarbaşı Meydanı diye bağırır ve pedalı altı yüz altmış defa çevirdikten sonra bırakır. Biraz sonra araç Pınarbaşı Meydanı'nda belirir. Karagöz ile Hacivat araçtan çıkarlar.

Sene 2011. Aralık ayının yirmi dördü. Karagöz ile Hacivat'ı meydanın ortasında gören insanlar, onların başına toplanır.   Bir çocuk sevinçle koşarak yanlarına gelir ve geride kalan annesine bağırır:   " Anne, koş bak, Karagöz'le Hacivat. "
Adamlar, kadınlar, çocuklar, Karagöz ile Hacivat'ın etrafını sarar. Duyan gelir, gören gelir. Ortalık kalabalıklaşır. Karagöz nasılsın? Hacivat nasılsın? diye hal-hatır soranlar çoğunluktadır. Sizleri çok seviyoruz, diyenler vardır.  Karagöz atıp tutturmuş olmanın gönül rahatlığı içinde Hacivat'tan yana döner:  " Hani Hacivat, kimse bizi tanımazdı? Ne oldu, gıkın çıkmıyor? Çamura oturdun mu şimdi? "
" Ne desem bilmem ki, Karagözüm. Şaşırdım kaldım. İnsanlar bunca sene sonra bile beni tanıdılar ya, eee ben de az değilim hani, tanımasalardı şaşardım. "
" Vay Hacivat, fırıldak olmuş dönüyorsun! Yaptığın laf kalabalığı. İnsanlar seni tanıdılar ama ben varım diye seni tanıdılar. Ben olmasam, seni kim bilecek? Önce benim adım anılıyor. Ben başroldeyim, sen fagüransın. "
" Hah hah ha. Ona fagüran değil, figüran derler. "
" Ha fagüran, ha fegüran, ne fark eder? Doğrusunu kim bilebilir ki? "

Serdar Yıldırım da, ilk andan itibaren Karagöz ile Hacivat'ın yanındaydı. Onların konuşmalarına kulak müşterisi olmuştu. Karagöz'ün konuşmasından imla, kelime, söyleyiş hatalarını cımbızla çekip alarak, diliyle şekillendirip, doğrusunu söyleyen Hacivat, Serdar'ın bilerek yaptığı hatayı cımbızladı:  " Oğlum, yazıyorsun bari doğrusunu yaz. Ona kulak müşterisi değil, kulak misafiri denir. "
Aynı anda kadının biri, yanındaki kadına şöyle demektedir:  " Üniversiteli gençler galiba. Çok güzel rol yapıyorlar. Tıpkısının aynısı Karagöz ile Hacivat bunlar. "
" Doğru kardeş, belli tiyatro eğitimi almışlar. Böyle gerçekmiş gibi rol yapan tiyatrocu az bulunur. Broadway yıldızları, bunlara bir bardak su veremez. "
Üniversiteli gençler galiba, diyen kadının on yaşındaki oğlu annesinin dediklerine katılmıyordu. Annesi, çok güzel rol yapıyorlar, demişti. Bakın bu doğru olabilirdi. Dünya bir sahnedir dersek, onlar başroldeki aktörlerden ikisiydi. Dünya sahnesine çeşitli devirlerde, çeşitli oyuncular önderlik etmişti. Önderler, liderlik pozisyonlarını hiçbir zaman kaybetmezler ve yüzyıllar sonra bile, bu özelliklerini sürdürürlerdi. Önemli olan, iyilikleriyle, artı değerleriyle hatırlanmaktı. İşte Karagöz ile Hacivat: Bu ikiliye kötüdür, fenadır demek kimsenin aklına gelmezdi. Her tip insan için, biçilmiş kaftandılar. Korkunç zordur, herkes tarafından beğenilmek, takdir edilmek.
Annesi son olarak, tıpkısının aynısı, Karagöz ile Hacivat sanki bunlar, demişti. Sankiyi aradan çıkartırsak, geriye ne kalır? Gerçekten bunlar Karagöz ile Hacivat olabilir miydi? Çocuk, annesinin elinden kurtulup, Karagöz'ün ağzıyla boğazı arasındaki yeri yani sakalını tutup çekiştirdi. Sakal sağlamdı, tutanın elinde kalmıyordu.
Çocuk:   " Anne, Karagöz'ün sakalı takma değil, " dedi ve diğer eliyle Hacivat'ın sakalını çekiştirdi.   " Bak anne, Hacivat'ın sakalı da takma değil. Bunlar gerçekten Karagöz ile Hacivat, " dediyse de annesinin çatılmış kaşlarıyla karşılaşınca sustu.

Serdar daha sonra Karagöz ile Hacivat'ı kalabalıktan kurtararak Muradiye semtine götürdü. Oradan Çekirge semtine inecekler ve ikiliye türbelerini ziyaret ettirecekti. Yolda Serdar, şu internet kafeye girelim de resimlerinizi görelim ve hayat hikayenizi okuyalım, dedi.
Bunun üzerine Karagöz:   " İnternet kafe mi? Ne interneti, ne kafesi? Güvercin kafesi filan gibi mi? "
Serdar:  " Hayır, güvercin değil, tavşan kafesi. Suya yazı yazarsın kalmaz ya internette havaya yazıyorsun kalıyor. Cep telefonunla resim çek, koy siteye, foruma, aylar sonra bile silinmez, bozulmaz. "
Hacivat:  " Cep telefonu mu? O da ne ki? "
Serdar cebinden telefonunu çıkararak:  " İşte bu. Sende de bundan bir tane olsun, ben burada sen Uludağ'da rahatça konuşup anlaşırız. "
" Hiç o kadar uzaktaki iki insan birbiriyle konuşabilir miymiş " diyen Karagöz, Serdar'ın üstüne yürüdü. Serdar kaçtı, Karagöz kovaladı. Az sonra yorulan Karagöz, Serdar'ın peşini bırakıp bir kenara oturdu ve Hacivat'ın gelmesini beklemeye başladı.
Karagöz çabuk sinirlenmişti ama siniri hemen geçti. Karagöz ile Hacivat kafede resimlerini görünce gururlandılar, hayat hikayeleri okununca duygulandılar. Hayat hikayelerinin son bölümünü okumadan geçen Serdar müthiş ikiliyi hala hayatta olduklarına inandırdı ve türbe ziyaretini kara listeye aldı. Onlara tarihsel ve teknolojik bilgi verdi.

Serdar daha sonra Karagöz ile Hacivat'ı kapalı çarşıya götürdü ama onları oradaki izdihamda kaybetti. Ertesi gün Pınarbaşı'na giden Serdar zaman makinesini göremedi. Araç ortada yoktu. Karagöz ile Hacivat zaman makinesine binip gitmişler miydi? Yoksa belediye bu nedir deyip aracı çöpe mi atmıştı? Belediye aracı çöpe atmış olsa bile Karagöz ile Hacivat'ı da çöpe atacak hali yoktu.  Serdar, Bursa sokaklarında çok aramasına karşın, onların izini bulamadı. Üzüntüsü doruğa çıkmıştı ki, bu hikayeyi yazıp rahatladı. Bu hikayenin Karagöz ile Hacivat'ın hatırlanması, akıllara düşmesi açısından yararlı   olacağını düşündü.

SON

Serdar Yıldırım
07-07-2025, 19:15   |  #11  
OP Taze Üye
Teşekkür Sayısı: 0
0 mesaj
Kayıt Tarihi:Kayıt: Haz 2025

RESSAM VAN GOGH İLE SERDAR YILDIRIM
Zaman gezgini olarak bir araya geldik. Ben bu hikayenin yazarı Serdar Yıldırım ve dünyanın gelmiş geçmiş en büyük ressamı olarak adı anılan Hollandalı Van Gogh. Paris'te bir müzayede salonunda Van Gogh'un "Kafede Akşam" adındaki tablosu satıldı. Yüzden kapı açıldı. Yüz on, yüz yirmi derken, iki yüz milyon dolara alıcı buldu. Van Gogh her pey sürüşte vay be, vay be dedi, durdu.

Ben: " Sayın Van Gogh, bu bir dünya rekoru. Bugüne kadar hiçbir ressamın tablosu böylesine astronomik fiyata satılmadı. "
Van Gogh: " Arkadaş, bilmem inanır mısın, ben birkaç tablomla birlikte bu tablomu da mahalle bakkalına bırakmıştım. Tanesine on gulden dersin demiştim. O zamanlar on gulden iki dolar ediyordu. Tabloları alan olmadı. Biri satılsa zeytin, peynir ve ekmek alacaktım. Zaman bana çok zalim davrandı. Yetenek var ama açsın, bırak Van Gogh'un aklı kaçsın. Çıldırmak işten değil. "
Ben: " Sayın Van Gogh, siz ortaya çıksanız, ben bu tabloyu yapan ressam Van Gogh'um deseniz. Tablonuzu satın almak için, fiyat artıran şu dolar milyonerleri, size yüz dolar bağış yapmazlar. "
Van Gogh: " Sen de abarttın ama yüz dolar vermezlermiş? Ben de elli dolar isterim. Vermezlerse intihar ederim. "
Van Gogh müzayede salonunun orta yerine çıktı. Ellerini havaya kaldırdı. Kendini tanıttı. Salondakilerin ağzı açık kaldı. Doğru dediler, bu Van Gogh. Rica etsem bana elli dolar verebilir misiniz? dedi. Başlar öne eğildi.
" Neden ama ? " dedi, Van Gogh. " Herkes bir dolar verse elli dolar toplanır. Bana karşı bu cimrilik neden? "
Sessizlik bir süre devam etti. Sonunda ön sırada oturan bir holding sahibi, şimdi size o parayı verirsek hayatın sıkıntısından kurtulur, rahatlarsınız. Bir daha böylesine üst düzeyde resimler yapamazsınız diye endişe ediyoruz, dedi.

Serdar Yıldırım ayağa fırladı ve gür sesiyle haykırdı: " Hayır, " dedi. " Yalan söylüyorsun. Van Gogh yaşarken parasal yardım yapılsaydı çok daha üst düzeyde, çok daha kaliteli resimler yapardı. O zamanın insanları, nasılsa bu da ötekiler gibi tarihin karanlıkları arasında kaybolup gider, diyerek yardım etmediler. Kim bilir nice ressam, heykeltraş, yazar, şair, sporcu, besteci ve diğer sanatsal uğraş içinde olanlar karanlıklarda kaybolup gitti. Binde bir böyle kaybolmayanlardan biri olan Van Gogh'un eseri milyon dolara satılıyor. Siz aslında insanlığın geleceğini satıyorsunuz ve gelecek yok oluyor, bunu fark edemiyor musunuz? "

Serdar'ın haykırışına cevap veren olmadı. Müzayede salonunda birkaç dakika sonra iki adam kalmıştı. Sessizliği Van Gogh bozdu: " Sen haklı çıktın Serdar, intihar etmeye gidiyorum. "
Serdar: " Dur Van Gogh. Yıl 2018. Senin kadar olmasa da ben de zor durumdayım. Bir iş bulmaya kalksam, hikaye yazma işini bırakmam gerekir. Otuz dört yıllık bir uğraştan vazgeçemem. Bak ben intihar etmem, sen de intihar etme. "
Van Gogh: " O zaman gel beraber intihar edelim. "
Serdar: " Hayır. intihar yok. Acılara birlikte göğüs gereceğiz ve galip geleceğiz. Şimdiye kadar hiç yenilmedim ve sen de yenilmezsin. Önümüze çıkarılan engelleri yıkıp geçelim. "
Serdar anlattıkça Van Gogh'un yüzü bembeyaz kesildi. O'nun anlattıklarını başını indirip kaldırarak tasdik etti. Sen haklısın, ben bir ellerimi yıkayıp geleyim, dedi. Yerinden kalktı, lavaboya doğru yürüdü.

Aradan zaman geçti. Tabanca sesi duyuldu. Serdar lavaboya koştu. Van Gogh yerde yatıyordu. Serdar gözyaşları içinde kaldı. Elli dolar verseler ne yapar eder Van Gogh'a iki tablo yaptırırdım. Bu iki tablo onların elli dolarını fazlasıyla karşılardı. Van Gogh gerçek hayatında tabanca ile yaşamına son verdiğinde otuz yedi yaşındaydı ve hep otuz yedi yaşında kaldı. 1853-1890 yılları arasında yaşamış yoksul bir ressamdı. Kendisini saygıyla anıyorum.

SON

Son Düzenleme: Serdar Yıldırım ~ 07 Temmuz 2025 19:15
Serdar Yıldırım
07-07-2025, 19:16   |  #12  
OP Taze Üye
Teşekkür Sayısı: 0
0 mesaj
Kayıt Tarihi:Kayıt: Haz 2025

ALTIN ELMA
Genç bir adam bisikletiyle, dedesini görmek için, Elmalı Köyü’ne gidiyormuş. Genç, uzun süre yol aldıktan sonra toprak yola girmiş. Toprak yolda giderken, bisikletin lastiği patlamış. Bisikletini ilerideki çalılıklara saklamış, dönerken bisikletini almayı umuyormuş. Kestirme olsun diye patika yola girmiş ve sonunda yolunu kaybetmiş.  Genç adam günün ilerleyen saatlerinde gördüğü elma ağacına doğru yürümüş. Işıl ışıl, sapsarı bir elmayı koparmak için uzandığında:  “ Dur insanoğlu! O altından bir elmadır, sakın koparma! “ diyen elma ağacının sesini duymuş. Genç adam hangi elmayı koparmak istese aynı sesi duyuyormuş.
Bunun üzerine genç adam:  “ Elma ağacı, iyi, güzel diyorsun da, senin dallarında altın olmayan elma yok mudur? “ Diye  sormuş.
Elma ağacı:  “ Yoktur. Elmalarım altındandır, çünkü ben altından elmalar üreten bir elma ağacıyım. Bu kadar altın elmayı görüp de altın olmayan elma aramanı şaşkınlıkla karşıladım. Demek ki, gözü tok bir gençsin. Elmaların hepsi senin olabilir ama üç şartımı yerine getirmen gerekir. “
Genç adam:  “ Neymiş o üç şartın çabuk söyle. “ demiş.
Elma ağacı:  “ Birincisi, kanaat et; ikincisi, yalan söyleme; üçüncüsü, canlıların hayatına saygı duy. Bu şartlarımı kabul ediyorsan elmaları toplamaya başlayabilirsin. Sakın unutma, gölgem seni  takip edecek. “

Genç adam şartları kabul etmiş ve altın elmaları toplamaya başlamış. Oralarda bulduğu bir çuvala elmaları doldurmuş ama elli elmayı yeterli görmüş, kalan on dört elmayı dallarda bırakmış, kanaat etmiş. Genç adam yolda giderken, önüne eşkiyalar çıkmış. Eşkiyaların reisi, çuvalda ne olduğunu sormuş. O da, çuvalda altından elmalar var, demiş. Yalan söylememiş. Eşkiyalar, gencin cevabına gülmüşler, sonra üstünü aramışlar ama para-pul bulamamışlar. Çuvalın içine bakmak akıllarına gelmemiş. Al çuvalını git yoluna, demişler.  Genç adam daha sonra yolun iyice daraldığı bir yerde yüzlerce karınca görmüş. İleriye gitmek için yürümesi pek çok karıncanın hayatına mal olacağı için, çuvalı yere bırakmış, karıncaları seyre dalmış. Canlıların hayatına saygı duymuş. Karıncalar az sonra yuvalarına girip gözden kaybolmuşlar. Ağacın gölgesi, üç şart yerine geldi, altın elmalar senin oldu, yolun açık olsun, demiş ve geri dönmüş.

Genç adam yolda bir köylüye rastlamış ve dedesinin köyünü sormuş. Şansa bak, köylü  dedesinin köyündenmiş. Tanışa, konuşa köye varmışlar. Dede, torununun ziyaretine gelmesine çok sevinmiş. Gözlerinden akan iki damla yaşı fark ettirmemeye çalışmış. Yaşlılar böyleymiş işte, bir küçük ziyaret onları duygulandırırmış.  Akşam komşular dedenin evinde toplanmışlar. Genç adam başından geçenleri anlatmış. Anlattıklarına kimse inanmamış. Şehir hayatı sana yaramamış. Gel, bu köyde yaşa, demişler. Genç adam ispat için, çuvaldaki altın elmaları odanın orta yerine dökmüş. Altın elmaları gözleriyle gören komşular, çaresiz fikir değiştirip, genci övmüşler, göğsünü kabartmışlar:  “ Biz sana şaka yapmıştık, beyim. Yoksa anlattıklarına tastamam inanmıştık. İnsanın bir çuval altın elması olur da, onun dediklerine inanılmaz mı? Her dediği doğrudur ve peşinden gidilir. Sen komutanımız ol, biz seninle savaşa gideriz. “
Bunun üzerine genç adam, dedesine ve komşulara birer altın elma vermiş. Hepsi mutlu olmuş. Dede tef çalmış, komşular oynamış. Genç adam ertesi gün öğle vakitleri uyanmış. Bakmış dışarıda bir gürültü var. Olayı duyan köy halkı, biz de altın elma isteriz, diyerek kapının önünde uzun kuyruklar oluşturmuş. Genç adam, dedesini uyandırıp kalan kırk altın elmayla birlikte arka bahçeden kaçıp gitmiş. Şehirde gencin babası, annesi ve iki kardeşi  olanlara çok sevinmiş. Neleri varsa eski evlerinde bırakıp, malikâne satın almışlar ve uzun yıllar mutlu ve zengin olarak yaşamışlar. Bu masalı okuyan herkesin bir çuval altın elması olması dileğiyle Serdar Yıldırım saygılar sunar.

SON

Serdar Yıldırım
22-07-2025, 22:18   |  #13  
OP Taze Üye
Teşekkür Sayısı: 0
0 mesaj
Kayıt Tarihi:Kayıt: Haz 2025

KELOĞLAN DON KİŞOT'A KARŞI
Bir varmış, iki varmış, üç varmış, beş varmış. Bir Keloğlan varmış. Canı çalışmak istemezmiş, bütün gün evde yan gelip yatarmış. Bir de Don Kişot varmış. Yel değirmenlerine savaş açmış. Nerede bir yel değirmeni görse hücum deyip saldırırmış. Don Kişot'un yolu bir gün Anadolu'ya düşmüş. Anadolu'da çok aramış ama yel değirmeni bulamamış. Köylülerle, kasabalılarla konuşmuş, hayallerini anlatmış. Herkes, ey Don Kişot, senin ilacın Keloğlan'dır. Keloğlan'ı bul, onunla konuş, bize anlattıklarını ona da anlat, sana yol gösterir, demişler. Don Kişot, kim bu Keloğlan, diye sormuş ama her kafadan bir ses çıkmış. Anlatmışlar da anlatmışlar, Keloğlan'ın tanımını yapmışlar. Bir zamanlar padişahın kızıyla evlenmiş, gün gelmiş, padişah olmuş. Kaf Dağı'nın ardından altın kılıcı bulup getirmiş. Cengiz Han'ın hazinesini bulmuş ve daha neler neler... Keloğlan'ın anası evde un eler. Un bitince oğlunu değirmene yollar.

Bunun üzerine Keloğlan evde kalan yarım torba buğdayı almış ve değirmenin yolunu tutmuş. Değirmenin önünde köylüler, yanlarında buğday dolusu çuvallar, sıraya girmişler. Üç, dört çuvalla gelenler bile varmış. Keloğlan elindekini koltuğunun altına kıstırıp usulca sokulmuş ve en arkada durmuş. Sonrada torbasını sıraya sokmuş. Keloğlan'ın torbasını görenler sormuş: " Keloğlan o torbadaki buğday için, değirmen taşını döndürdüğüne değer mi? Dörtte birini değirmenci alır, sana bir avuç buğday kalır. Sen iyisi mi torbadaki buğdayı kuşlara at, selam ver bize git evde sırtüstü yat. "

Keloğlan bu, laf altında kalır mı? Ne zeytinyağıdır o, karşısında şah olsa, padişah olsa üste çıkar:   " Yok canım ağalar, bu torba akıncıdır, ordu arkadan gelir. Yirmi arabada iki yüz çuval buğday. Gelen buğdaylar buradakilerden on misli fazla. Siz çuvalınıza sahip çıkın gerisi kolay. " deyince köylüler, yutkunup önlerine dönmüşler.

Aradan zaman geçmiş. Ön sıralardan Keloğlan'a bakıp konuşanlar, senin ordu neden gelmedi, diyenler çoğalmış. Ordu gelmemiş ama zırhlar giymiş at üstünde, mızrak el üstünde Don Kişot çıkagelmiş: " Ben Don Kişot. Bir Keloğlan varmış. Bir zamanlar padişahmış. Onu ararım. "
Tanıyanlar Keloğlan'a bakmışlar, ona bir bakış fırlatmışlar. Bakışların bir gence yöneldiğini gören Don Kişot anında durumu kavramış. Günlerdir aradığı, taradığı ama asla saçlarını tarayamayacağı bir kel karşısındaymış. Ayrıca bu kel karşısında eğilip bükülmüyor, dimdik duruyor ve başındaki takkesini çıkarıp selam veriyormuş. Don Kişot olayı beyninin kıvrımlarında değerlendirmiş. " Bir zamanlar padişahmış, altın kılıcı varmış. Cengiz Han' ın hazinesini bulmuş. Benden korkacak değil ya. Selam vermesi onun şanındandır, selamına karşılık vermek benim asaletimdendir. Atımızdan inelim ve Keloğlan'ın kervanına binelim. Bakalım bu kervan beni ve Sanço'yu nereye götürecek? "
Don Kişot at üstünde, yardımcısı Sanço Panza eşek üstünde yolculuk yaparlarmış. Sanço Panza aşırı gittiği zamanlarda efendisi Don Kişot'un beynine frekans ayarı yaparmış ama yaptığı ayar hiç bir zaman tutmazmış: " Efendim, bu Keloğlan dedikleri cin fikirli biri. Onun rüzgarına kapılmayın, Anadolu'da yolunuzu şaşırmayın. Keloğlan sizi suya götürür, su içirmeden geri getirir. "

Bunun üzerine Don Kişot şöyle demiş: " Keloğlan'ın cin fikirli olması iyidir. Onun rüzgarına kapılayım da Anadolu'da yel değirmeni bulayım. Yel değirmenleriyle savaşayım, onları yeneyim. "
" Aman efendim, yel değirmenlerine karşı savaştınız ama yenilen hep siz oldunuz. İnsanlar sizi dövdüler. Dayak yemekten bıkmadınız mı? "
" Kes Sanço, palavrayı kes. Ben hiç yenilmedim, galip gelen taraf ben oldum. Kim beni dövmüş? İnsanların beni dövmesi mümkün değil. Benim savaşım yel değirmenlerine karşı ve bir gün onlara boyun eğdireceğim."
Keloğlan, Don Kişot ile Sanço'nun arasına yumuşak iniş yapmış:
" Beyzadem ve asilzadem Don Kişot.
Anadolu'da yel değirmeni çoktur.
Onlar size savaş açmışlardır.
Burada bir an durmanız akla zarardır. "

Keloğlan böyle söyleyince Don Kişot atını mahmuzlamış. Mızrağını ileri doğru uzatmış, hücum diye bağırmış ve ileri atılmış. Artık Don Kişot'u durdurmak kimsenin harcı değilmiş. Peşinden Sanço Panza: " Efendim, durun, isterseniz bana vurun ama Keloğlan'a inanmayın " diye bağırmış ama nafile. Don Kişot gitti, gider. Değirmene saldıran Don Kişot yere yuvarlanmış.  Keloğlan ve Sanço Panza, Don Kişot'un yardımına koşmuşlar. Ona su içirmişler, biraz kendine getirmişler.
Keloğlan: "Beyzadem, ben size şaka yapmıştım.
Sözlerime önem vermeyin diye göz kırpmıştım.
Önünüze çıkan ilk değirmene saldırdınız.
Bunlar yel değirmeni değil su değirmeni.
Yel değirmeni bulmak isterseniz
Denizin karşı kıyısındaki Tekirdağ'a gitmelisiniz. "

Keloğlan'ın dediklerini duyan Don Kişot atına atlamış. Mudanya'dan girmiş, Tekirdağ'dan çıkmış. Peşinden giden Sanço Panza, efendim, lütfen beni bekleyin, diye bağırarak bata çıka Tekirdağ'a ulaşmış. Tekirdağ'da ve pek çok şehirde, kasabada yel değirmeni arayan Don Kişot sonunda ülkesi İspanya'ya ulaşmış. Sanço Panza ile birlikte yel değirmenlerine karşı savaşını sürdürmüş.  Keloğlan sonraki günlerde çevresindekilere: " Arkadaşlar, ben hayatımda Don Kişot kadar dolduruşa gelen birine rastlamadım. Adama, yürü, dedim, Marmara Denizi'ni at üstünde geçti. Ağzım açık arkasından bakakaldım. Atla desem uçurumdan atlardı, günahı onun boynuna. Bu adamdan ne köy olur, ne kasaba, aklı başından aşmış, gelmez artık hesaba.

Boşuna değil, dünya çapında meşhur olmuş.
En ücra köşelerde nam salmış.
Şimdi bile adını bilmeyen yokmuş.
Bin yıl sonra adı saygıyla anılırmış.

Ey siz okurlarım bana ne dersiniz?
Don Kişot dedin durdun, boş ver şimdi Don Kişot'u.
Sen kendinden haber ver, bin yıl sonra neredesin?
Don Kişot'tan önde misin, yoksa geride misin?

Ben Don Kişot'tan önde hep ilerideyim.
Adım Keloğlan, ne Ahmet ne Feride'yim.
Masal kahramanlarının bulunduğu bir büyük serideyim.
Adım önde yazılır, on bin yıl sonra bile birinciyim. "

SON

Yazan: Serdar Yıldırım

Serdar Yıldırım
22-07-2025, 22:19   |  #14  
OP Taze Üye
Teşekkür Sayısı: 0
0 mesaj
Kayıt Tarihi:Kayıt: Haz 2025

SARI KIZ EMİNE
Köy köy dolaşır saz çalar söylerdi
Onun adına Sarı Kız derlerdi
*            *            *            *
Ahmet adında yaşlı bir babası
Vardı iki atı, bir arabası
*            *            *            *
Gençti, güzel, mavi gözleri çapkın
Yaş yirmi dört olmalı derdi barkın
*            *            *            *
Saz çalarken can verir ömürlere
Şurup gibi akardı gönüllere
*            *            *            *
Dinleyenler mest olur ah çekerler
Biçareler, mecnunlar of çekerler
*            *            *            *
Sıra oynak türkülere gelince
Tellere daha bir kıvrak vurunca
*            *            *            *
Neşelenen, keyiflenen çok olur
Gam dağılır, keder gider yok olur.
*            *            *            *
Günlerden bir gün yolu ora düştü
Aşkı tatmamış gönlü zora düştü
*            *            *            *
Ani çarpıldı sevdi ferman olmaz
Tozlu yollar derdine derman olmaz
*            *            *            *
Sık sık gelir oldu Alpat Köyü’ne
Saz biter inerdi dere boyuna
*            *            *            *
Dalar gider gözleri uzaklara
Bir bir selam verir hatıralara
*            *            *            *
Bir gün sevdiği adamla tanıştı
Birlikte gezerken ona alıştı
*            *            *            *
Onu pek çok sevdiğini söyledi
Ama sevdiği bundan hoşlanmadı
*            *            *            *
Genç adam bu aşka kayıtsız kaldı
Bana ne diyerek görmezden geldi
*            *            *            *
Yıllar önce çok sevmiş evlenmişti
Fakat sevdiğinden terk edilmişti
*            *            *            *
Uzun zaman üzülmüş, dert çekmişti
Bir daha mı diyerek and içmişti.
*            *            *            *
Bir gün sevdiği adam köyden gitti
Ondan ayrı kalmak acıya itti
*            *            *            *
Dağ-taş aşkını ararken saz çalmış
Görelim Sarı Kız neler söylemiş.

* * * * * * * ***** * * * * * * * * * * *

Çağıl çağıl akan sular akmasın
Bölük pörçük esen rüzgar esmesin
Gökte kanat çırpan kuşlar uçmasın
Eğer sevdiğime varamaz isem
Onu kollarıma saramaz isem
*            *            *            *
Dur-durak bilmeden Sarı Kız ağlar
Kavuşmak tutkusu kalbini dağlar
Yüceden akar su ovada çağlar
İsterim ben de biraz mutlu olmak
İsterim sevgiden payımı almak
*            *            *            *
Sarı Kız haykırır sesi duy artık
Al kalemi ele cevap yaz artık
Onun senden gayrı nesi var artık
Yaralı gönlümü al geri verme
Sahip çık gözyaşıma geri verme.

Aradan dört yıl geçti. Sarı Kız yaprak, çimen yedi, dereden, gölden su içti. Bir gün bir çoban tarafından uçurumun dibinde cansız yatarken bulundu.

SON

Serdar Yıldırım
22-07-2025, 22:21   |  #15  
OP Taze Üye
Teşekkür Sayısı: 0
0 mesaj
Kayıt Tarihi:Kayıt: Haz 2025

DEV HAMSİ
Yavru hamsi annesi ile birlikte Karadeniz’de yaşıyormuş. Onlar sık sık deniz yüzeyine çıkıp etrafı seyrediyormuş. Yavru hamsi annesini sorduğu sorularla bunaltıyormuş: “ Anne, bu dünya niye var? Sen neden varsın? Ben neden varım? Bu deniz niye dalgalı? Neden büyük balıklar küçük balıkları yiyor? “
Annesi yavru hamsinin sorduğu sorulara bir cevap bulamazken, yavru hamsi bir soru daha sormuş: “ Anne, sen anne olmuşsun ama neden az büyümüşsün? Pek çok balığın yavrusu senden büyük. “
Bunun üzerine annesi: “ Yavrum, hamsiler en çok yirmi santimetre olurlar. Bizim cinsimiz böyle. Fazla uzamıyoruz. “
Yavru hamsi: “ Anne, balinalar yirmi metre olurmuş. Ben de büyüdüğümde yirmi metre olabilir miyim? Bunun için ne yapmam gerekir? “
Anne hamsi: “ Canım yavrum, beni geçen yıla döndürdün. Aynı şeyi ben de düşünmüştüm. O zamanlar senin kadar bir yavruydum. Palamut sürüsü, bizim sürüyle birlikte annemi de yutmuştu. Tek ben kurtulmuştum ama bu koca denizde yalnız ve çaresiz kalmıştım. Birden uzaklardan gökkuşağı belirdi. Gökkuşağının altından geçenin dileği kabul olurmuş. Çok uğraşmama karşın, gökkuşağına erişemedim. “
Yavru hamsi: “ Anne, gökkuşağının altından geçebilseydin, ne kadar büyümek isterdin? “
Anne hamsi: “ Dünya denizlerinde yaşayan en büyük balık olmak isterdim. Değil palamut beni yutacak, köpekbalıkları bile benden korkardı. “

Anne hamsi birden bakışlarını uzaklara çevirmiş. Gözlerini kısmış. Denizle göğün birleştiği yere yakın, çok uzaklarda, gökyüzünde, gökkuşağı belirmiş. İki ay önce deniz dibine kırk bin tane kadar yumurta bırakmış ama tamamına yakını deniz canlıları ve balıklar tarafından yenmiş, yutulmuş. Sadece bu, şimdi yanında olan ilk ve tek yavrusu yumurtadan çıkıp, dünyaya merhaba demiş. Onun sorduğu sorulara bakıp da bazı yaşam normlarına diş geçirebileceğini anlamış. Standartlar paramparça olmalıymış. Böylece denizaltı dünyasında hamsi, değişim geçirerek, yeniden doğarmış.
Anne hamsi: “ Bak yavrum, ileride gökkuşağı belirdi. Git ve onun altından geç. Dilek dilemeyi unutma. “

Yavru hamsi hızla ileri atılmış. İşte gökkuşağı oradaymış. Hemen şimdi altından geçerim, diye düşünmüş. Aya giden füzeden daha hızlıymış. Yeryüzünün tüm karmaşasını önüne katmış, kovalıyormuş. Aniden önüne bir palamut çıksa ne yazarmış? Bir palamut değil, bin palamut bir damla duman olsa üfler geçermiş. Yavru hamsinin şansına gökkuşağı bu sefer yakındaymış. Gökkuşağının altından geçerken, dünya denizlerinde yaşayan en büyük balık olmak istiyorum, demiş.
Yavru hamsi hareketlerinin yavaşladığını fark etmiş. Başı dönüyor ve gözleri kararıyormuş. Ağır ağır ilerlemeye devam etmiş. Başının dönmesi geçmeye başlamış. Artık gözleri kararmıyormuş. Etrafında toplanan balıklar, hayret dolu bakışlarla ona bakıyorlarmış.
“ Ne kadar da büyük! “
“ Hamsi değil mi o? “
“ Hiç bu kadar büyük hamsi olur mu? “
“ Olmaz ama olmuş işte. “ diye konuşuyorlarmış.
“ Fazla yanına sokulmayalım, bizi yutmasın. “
“ Akıllım, hamsiler balık yemez ki, onlar planktonla beslenir. “
“ Kaç metre var bunun boyu? “
“ Yirmi metre var. “
“ Hey, dev hamsi, sen bu boyla Karadeniz’de barınamazsın, okyanusa gitmelisin. “
Dev hamsi konuşmuş: “ Neden barınamazmışım? Ben bu denizde doğdum. Ben Karadeniz hamsisiyim. “
“ Normal boyutlarda olsaydın olurdu ama bu boyutlarda olmaz. Dev gövdeni besleyecek kadar plankton burada bulamazsın. Karadeniz’in iki yüz metreden aşağısında yaşam yoktur. Dar alanda hareketlerin kısıtlanır. Var git okyanusa dünya seni tanısın. “
Dev hamsi iki gün oralarda annesini aramış. Balıklardan öğrendiğine göre, hamsi sürüsü ile birlikte annesi de, palamut sürüsünü peşine takmış, İstanbul Boğazı’ndan Marmara’ya kaçmış. Zaten okyanusa gitmek için, Marmara’dan geçmesi gerekliymiş. Dev hamsi, annesini Marmara Denizi’nde arayacakmış.

Dev hamsi bir hafta boyunca annesini Marmara’da aramış ama bulamamış. Yavruyken palamutlara yakalanmayan annesi şimdi hiç yakalanmazmış. Balıkçı ağlarına takılmadıysa, bir yerlerde mutlaka saklanıyormuş. Bu iri cüssesiyle onu kıyıda, köşede araması olanaksızmış. Dev hamsi daha sonra Çanakkale Boğazı’ndan geçerek Ege’ye, oradan da Akdeniz’e ulaşmış. Dev hamsiyi kıyılardan ve gemilerden gören insanlar fotoğrafını çekmiş.

Dev hamsi dört ay Akdeniz’de kalmış. Pek çok yeri gezmiş, dolaşmış. Burada yaşayan deniz canlılarıyla arkadaş olmuş. Birkaç yerde köpekbalıklarıyla karşılaşmış. Ortalama dört-beş metre boylarındaki köpekbalıkları dev hamsiye hayret dolu bakışlarla bakmışlar. Çok şaşırdıklarını söylemişler. Ona dostça davranmışlar. Nasıl olup da bu kadar büyüdüğünü sormuşlar. Dev hamsi de olanları anlatmış. Gördüğü ilgiden memnun kalmış. Daha sonra bir yılan balığının kılavuzluğunda Cebelitarık Boğazı’nı geçip, Atlas Okyanusu’na giriş yapmış.
Dev hamsi, yılan balığı ile birlikte, önce kuzeye doğru uzun süre gitmiş. İzlanda yakınlarına kadar gelmişler ama giderek soğuyan hava onları caydırmış. Ters yüz edip geri dönerek, Brezilya kıyılarına sokulmuşlar. Daha sonra güneydoğuya doğru yüzerek, Afrika’yı dolanıp, doğuya ilerlemişler ve Avustralya’ya ulaşmışlar. Dilden dile, gönülden gönüle dev hamsi adı ulaşmış ve dünya denizlerinde ünü giderek yayılmış. O, şöhret basamaklarını hızla tırmanmış.

On yıl sonra: İnsanlar arasında en çok tanınan kimmiş? Dünyada yaşayan yedi milyar insan varmış. Bu kadar insanın tanıdığı bir kişi olamazmış. Dünya denizlerinde yaşayan yüz milyardan fazla canlının hepsinin tanıdığı varmış ve o da, dev hamsiymiş.
Okyanusa çıkalı beri aradan on yıl geçmiş ve dev hamsi on yaşına girmiş. Hamsiler, en çok dört yıl yaşarmış. Hamsi yine hamsi ama boyutları arttığı için, yaşam süresi uzamış. Dünyada insan dışındaki canlı varlıklar arasında yaşam süresi açısından şöyle bir kural varmış: Genelde küçük canlılar az, büyük canlılar çok yaşarmış. Yirmi santimetrelik hamsi dört yıl yaşarsa, yirmi metrelik hamsi kırk yıl yaşarmış. Bu bir doğru orantıymış. Balinalar ortalama kırk yıl yaşadığına göre, hamsi balinası da varsın kırk yıl yaşasınmış.

SON

Serdar Yıldırım
22-07-2025, 22:23   |  #16  
OP Taze Üye
Teşekkür Sayısı: 0
0 mesaj
Kayıt Tarihi:Kayıt: Haz 2025


FRANSA ASKERİ LİDERİ VE İMPARATORU NAPOLYON BONAPART İLE BİRLİKTEYİM
Bir zamandır Napolyon ile koordinatlarımızın kesiştiği bir zamanda buluşmak istiyordum ve sonunda buluştuk. Napolyon Bonapart, Fransa imparatoru olmuş, dünya tarihine adını altın harflerle yazdırmak istemiş ve bunu başarmış. Tarih 9-5-2024. Ben Napolyon Bonapart yazıyorum bilgisayarıma ve siteler, forumlar çıkıyor. Hayat hikayesi, fethettiği yerler, hayatları sonlandırılan insanlar. Ben Fransa imparatoru olsam, Fransa'yı yüceltmeye çalışırdım. Komşu ülkelere saldırıp savaş çıkarmazdım. Yaşadığım yıllardan 200 - 300 yıl sonra yeni nesil insanlar benim adımı az bilirdi ama olsun. Az tanınayım ama iyi tanınayım. Ben Fransa imparatoru olarak Mısır'ı işgal edersem olmaz. Bu ülkelerin yüzlerce yıl sonraki yeni nesilleri Serdar Yıldırım kötüydü, fenaydı. Ülkemizi işgal etti, nice canlılara yaşam izni vermedi derlerse çok üzülürdüm.

Zaman gezgini olarak Napolyon Bonapart'ı rahatsız ettim: " Buyrun, Napolyon Bonapart. Burası benim evim. Dört katlı bir apartmanın ikinci katı. Bazısına göre, saray, köşk. Bazısına göre, yaşanılacak iyi bir mekan. "

Napolyon Bonapart: " Palavrayı kes!. İki oda, bir salon, apartmanda altı kolon. Kendini uyanık sanıyorsun değil mi? Beni harekete geçirmeden sinyallerini aldım. Yaşadığın bu binayı gezdim, dolaştım. Kendin için, kendince bir şeyler yapmaya çalışıyorsun ama bana sökmez. Hakkında araştırma yaptım. Bu binada ve komşu binalarda seni tanıyan yok. Kim bu Serdar Yıldırım diyorlar? "

Serdar Yıldırım: " Doğrudur. Demek ki başarılı oldum. Öyle sağda solda lak luk edersem bunun bana faydası olmaz. Sessiz ve derinden gitmek, benim temel ilkemdir. Yakın plan çalıştığım insanlar oldu ve bunların pek azı bana yardımcı oldu. "

Napolyon Bonapart: " Her yanlışa bir doğru kılıf buluyorsun. Seninle uğraşamam. Çekil  yolumdan. Gölge etme.

Serdar Yıldırım: " Benim sizinle bir uğraş içine girmemin sebebi, Osmanlı İmparatorluğu çöktükten sonra Anadolu işgal altındayken Kurtuluş Savaşı başlatan Mustafa Kemal ile ilgili. Mustafa Kemal öğrencilik yıllarında, önceleri Napolyon'a hayrandım. Sonradan siyasi fikirlerim şekillenince Napolyon'dan hoşlanmamaya başladım. Demek ki, devrimler karşı devrimleri getirebilir, demişti.
Gençliğinde Mustafa Kemal'i  etkileyen kişiler arasında yer alan batılı düşünürlerden bazıları şunlardı:  Jean-Jacques Rousseau: Özgürlükçü ve cumhuriyetçi düşünceleri.
Montesquieu: Erdem rejimi olarak cumhuriyetin önemine dair fikirleri.
Voltaire: İlim ve akıl vurgusu.
Ey Napolyon Bonapart, dünyadaki maceranızı bir şekilde sonlandırmışsınız. Sizin için, çok başarılıdır denebilir. Gelecek nesiller sizden etkilenmiş. Dünyanın yüz elliden fazla ülkesinin ders kitaplarında varsınız. Bunlar Napolyon Bonapart diyorlar da başka bir şey demiyorlar. Ben de tarihin kabul ettiği bir yüce sima olarak sizi gördüm ve kabul ettim. Dünya tarihine sizi yeniden lanse etmek istiyorum ve Napolyon Bonapart diyorum. Siz böyle bir etkinliğin baş mimarı olmaz mıydınız? "

Napolyon Bonapart: " Ben gelmişim, geçmişim. Bu dünyadaki zamanımı tamamlamışım. Siz beni yeniden gündeme mi getirmeye çalışıyorsunuz? "

Serdar Yıldırım: " Tamamen öyle. Ben kesinlikle Napolyon Bonapart diyorum ve bu fikirlerin takipçisi olacağım. "

Napolyon Bonapart: " İlk karşılaştığımızda bana agresif biri gibi göründünüz ama kalbiniz bir pamuktan yumuşakmış. Benim şu anda size bir jest yapmam gerekir. O zamanlar İspanya Krallığına kardeşim 3. Napolyon'u getirmiştim. Şimdi geçmişe dönsek ben sizi İspanya Kralı olarak tayin etsem, siz emrime riayet edip İspanya Kralı olur muydunuz? "

Serdar Yıldırım: " Bu benim için, paha biçilmez bir umut kaynağı olurdu. Krallar, şahlar, padişahlar hep zor durumda kalmıştır ve istemedikleri işlerle mücadele etmiştir. Ben sizi kırmamak için, İspanya Kralı olurum. Zamanı tersine çevirir, saatleri sessiz çaldırırım. Sarayda oturmaz halkın arasında gezerim. Halkla birlik olurum, bütünleşirim. "

Napolyon Bonapart: " Ben 22 yaşında albay, 26 yaşında general oldum; haberin var mı senin? Bir ülkeyi düşmanlar istila etse, dört bir yandan sarılsa, yok edilmeye çalışılsa, sen bu ülkenin vatandaşı olsan, bu haksızlığa karşı çıkmaz mısın? "

Serdar Yıldırım: " Gür sesimle haykırırım. Bağırır çağırırım. Düşmanlar bundan korkar. "

Napolyon Bonapart: " Benim ülkem Fransa'nın İngiltere ile yıllardır bitmek tükenmek bilmeyen savaşları vardı. Genelde bizim ordu bozguna uğruyordu ve kaçıyordu. Ben yüzbaşı ve binbaşı iken savaştan kaçmadım. Emrimdeki birlikle savaşa devam ettim. Asker de kaçmadı. Sonradan ordu komutanları bunu fark etti. Sayısı yüz bini geçen ordular emrime verildi. İtalya seferi sırasında 18 meydan savaşı kazandım. 15-Mayıs-1796’da  ordumla Milano’ya girdim. 27 yaşındaydım.
Daha sonra Fransız donanması ile 19-Mayıs-1798'de Mısır seferi için yola çıktım. İngiltere'nin ticaret yolunu kesmek istedim. Olayın odak noktası Süveyş Kanalı'ydı. Uzak doğudan gelen gemiler dolusu mallar, Afrika'nın güneyinden dolanmadan Süveyş'ten kolayca geçirilip İngiltere'ye getiriliyordu. Mısır'ı ele geçirmek, benim için zor olmadı. Böylece İngiltere'nin asıl ticaret membaı olan yolu kesmiş oldum. İngiltere'den ah vah sesleri yükselmeye başladı. Sonradan doğuya gittim. Orta Doğu'nun  güçlü kalesi Akka'ya yöneldim. Akka'yı kuşattım ama alamadım. Osmanlı veziri Cezzar Ahmet Paşa çok dirençliydi ve Akka'yı bana teslim etmedi. Cezzar kasap demektir. Bu Cezzar Ahmet Paşa yakaladığı düşmanlarını develeriyle birlikte kurban edermiş. Eğer ben Cezzar'ı yenip Akka'yı alabilseydim, Büyük İskender gibi Suriye,  Irak, İran, Pakistan ve Afganistan'ı dümdüz edip Hindistan'ı ele geçirmek istiyordum. "

Serdar Yıldırım: " Ey Napolyon Bonapart, siz yüce düşünceler içindeydiniz ve İngiltere'nin ticaret yolunu kesmeye çalıştınız. Kestim dediniz, doğrudur ama sonradan neden oradan ayrılıp  iki gemiyle Fransa'ya döndünüz. Kırk bin askeriniz orada kaldı. Siz Fransa yönetimi üstünde gücünüzü artırdınız ama orada kalan Fransız askerleri ne oldu? "

Napolyon Bonapart: " Avrupa’da Fransa’nın Koalisyon ordularına yenildiği haberini alınca ülkeme dönme kararı aldım. Eylül 1799’da ordumu Mısır'da bırakarak iki  gemiyle Fransa'ya döndüm. Emrimde bir dolu general vardı. Onlarda güçlerini ispat etsinler ve zafer kazansınlar diye düşündüm. Ben bir generaldim ve Fransız orduları benim emrime verilmişti. Bu böyle olmasaydı ben Napolyon Bonapart olabilir miydim? Savaşa gidip, savaştan kaçan komutan değil, savaş meydanını asla terk etmeyen, yalnız kalsa bile savaşan, zafer kazanmayı bekleyen ve bunu başaran bir komutan olabilir miydim?
Ben zafer kazandıkça ordu komutanları, bu Napolyon, Fransa İmparatoru olur, dedi. Önce 1.konsül seçildim ve sonra Fransa İmparatoru oldum. Fransa'yı yücelttim. İngiltere'nin hızını kestim. Fransa'yı dünya devletleri arasında ön sıraya yükselttim. 1804 yılının Mayıs ayında, kralcıların bir komplosunu bahane ettim ve  kendimi imparator ilan ettim. "

Serdar Yıldırım: " Avrupa'yı fethettikten sonra, doğuya yöneldiniz. 1812 yılı ortasında 800 bin kişilik orduyla Rusya üstüne yürüdünüz. Borodino Muharebesi'nde General Kutuzov komutasındaki Rus ordusunu yenilgiye uğrattınız. Ruslar, tarlaları yakarak ve su kaynaklarını kurutarak geri çekildi. Aç ve susuz kalan ordunuzda hastalıklar başladı. Sonunda Moskova'yı kuşattınız. Bir hafta sonra Moskova'ya girdiniz. Bir ay boyunca Moskova'da kaldıktan sonra Kaluga'ya doğru çekildiniz. Daha sonra ordunuzla ileri yürüyüşe geçince Tatarlar Fransa ordusunu takip etti ve çok can aldı. Rus ordusunun kazandığı savaşlardan sonra 14-Aralık-1812' de Rusya'yı terk ettiniz. Böylelikle Avrupa'da itibarınız zedelendi. "

Napolyon Bonapart: " Benim hiçbir şekilde itibarım zedelenmedi. Her ne yaptıysam hepsi yüzde yüz doğrudur ve peşinden gidilmesi gerekir. Sen kimsin ki, beni eleştirmeye çalışıyorsun. Ben seni bir kaşık suda boğarım. "

Serdar Yıldırım: " Benim yaşadığım zamanda, Avrupa tek bir gücün egemenliği altında olsaydı, sesimi bu derece yükseltemezdim. Avrupa kıtası pek çok devlet barındırıyor ve orta ölçekli bir yönetim anlayışı içinde. Ey Napolyon Bonapart, şu anda Avrupa Birleşik Devletleri olsaydı ve bunun kurucusu siz olsaydınız, bakın ben karşınızdayım ve benim için, nasıl bir gelecek arzulardınız? "

Napolyon Bonapart: " En güçlü olduğum zaman bu derdim ve seni şövalyelerime yakalatırdım. Ellerini bağlatır ve karşımda diz çöktürürdüm. "

Serdar Yıldırım : " Ey Napolyon Bonapart, böyle bir şey mümkün değil.  Ben suçlu biri değilim ki, hakkımda nasıl bir cezai işlem uygulatacaksınız? Hem ele geçirdiğin ülkelere Napolyon kanunları getireceksin ama ben düşüncemi söyledim diye beni kürek mahkumu  ilan edeceksin? "

Napolyon Bonapart: " Bana bak bana. Adın Serdar mıydı neydi? Benim canımı sıkma canını yakarım. Konuşmayı burada kes, hikayeyi hazırla, sadece gerçekleri yaz ve bana okutmadan yayınlama. Bu işten ben karlı çıkarım çünkü zaferlerimle gündeme geliyorum. Senin bu işten kazancın ne olacak merak ediyorum? "

Serdar Yıldırım: " Şimdi tarih 6-1-2025. Artık hikaye bitti. Yazması 8 ay sürdü. Bugün site ve forumlarda okunmaya başlayacak. Bu işten benim kazancım, okuyucunun hoşça vakit geçirerek tarihi bilgi sahibi olması. "

SON

Serdar Yıldırım
08-09-2025, 14:21   |  #17  
OP Taze Üye
Teşekkür Sayısı: 0
0 mesaj
Kayıt Tarihi:Kayıt: Haz 2025

KELOĞLAN UÇAN HALI
Bir varmış, bir yokmuş. Keloğlan adında bir genç varmış. Çalışmayı sevmezmiş ama kızlar onun peşinden koşarmış. Kasaba yolunda önüne çıkarlar, beni al Keloğlan, beni al, derlermiş. Bunun üzerine Keloğlan: " Yoo, durun bakalım kızlar. Hepiniz çok güzelsiniz ama benim gözüm yükseklerde. Ben padişahın kızını almak isterim. " dermiş. Böyle dermiş ama, sen padişahın kızını gördün mü, onunla konuştun mu, diyenlere, ne gördüm, ne konuştum ama ben onu seviyorum, dermiş. Ee Keloğlan bu, görerek de sever, görmeden de sever, ona sadece başı kel diye Keloğlan dememişler. Mert, yiğit, cesur olmasa yüzyıllardır adı böyle saygıyla anılır mıymış? Keloğlan, Anadolu insanının ezilmişlikten kurtulmak isteyişinin canlı bir haykırışıymış. Her yiğit gencin içinde mutlaka bir Keloğlan varmış. Yürü Keloğlan yürü, Anadolu sana yetmezmiş, senin adın dünyada duyulmalıymış.

Yürü Keloğlan yürü demiştik ya sonunda Keloğlan yürüye yürüye başkente varmış. Hayal gibiymiş ama başkentte herkes padişahın kaçırıldığından bahsediyormuş. Böyle bir olay dünya tarihinde olası değilmiş. Kim kaçırabilirmiş ki koskoca padişahı?
Bir, iki derken duydukları, ee yeter artık deyip, Keloğlan saraya gitmiş. Keloğlan'ı padişahın kızının huzuruna çıkarmışlar. Padişahın kızı Ayla'nın iki gözü dört çeşmeymiş. O kadar çok ağlamış ki, sarayın salonu diz boyu gözyaşı dolmuş. Ayla biraz daha ağlasa sarayı gözyaşı basacakmış. Keloğlan Ayla'nın yanına gitmiş: " Sevgili sultanım, nedir bunca gam keder, babanızın kaçırılması mı etti sizi heder? " demiş. Ayla gözyaşlarını silmiş. Daha önceki gecelerde bu genç pek çok defa rüyalarına girmiş. Onun olmazı olduran, imkansızı gerçekleştiren biri olduğunu biliyormuş:
" Aman Keloğlan, yaman Keloğlan, dağlar başı duman Keloğlan.
Sen sen ol Keloğlan, odamdaki halı uçar Keloğlan.
Sen halı uç de halı uçar, dünyayı dolaşır gelir Keloğlan.
Ben sana aşığım Keloğlan, ne olur babamı kurtar Keloğlan. "

Ayla'nın haykırışı üzerine Keloğlan harekete geçmiş. Odaya gidip halının üstüne oturmuş. Ayla ve baş vezir de halıya binmiş. Keloğlan, halı uç, demiş, halı uçmuş. Saray penceresinden çıkıp gökyüzüne yükselmiş. Ayla'nın söylediğine göre, babasını kaçıran amcasıymış. Amcası dedesinin bir cariyeden olma oğluymuş. Yıllar önce saray dışına çıkarılmış ama anasının teşvikiyle şimdi padişahlıkta hak iddia ediyormuş.

Uçan halı, Uludağ'ın sarp ve yalçın kayalıklarında kurulmuş olan kaleye varmış. Saray penceresinden içeri salona girmiş. Keloğlan, Ayla ve baş vezir uçan halıdan inmişler. Padişah salonun ortasındaki bir kafes içindeymiş. Ayla tahtında oturan amcasına doğru yürümüş: " Amca, amca, neden yaptın bunu böyle, derdin nedir, çabuk söyle? " demiş. Amcası ayağa kalkmış. O da yeğeni Ayla'ya doğru yürümüş: " Yeğen, yeğen, uçan halıya bindin geldin, neden beni payladın? " demiş.
" Amca, amca, ben seni paylamadım. Sen neden babamı kaçırdın? " demiş.
" Yeğen, yeğen, babanı kaçırdım ama o beni önemsemedi. Tahta bir oturdu, kalkmadı. O tahtta benim de hakkım var, dedim, bana dönüp bakmadı. Babanla ben kardeşiz. Baba bir ana ayrı, olur mu kardeşler arasında ayrı gayrı? Tahtın yarısı onunsa yarısı benim, halkımın mutluluğu için, çırpınır canım. "

Ayla amcasına karşılık vermemiş ve Keloğlan'dan yana dönmüş.
Keloğlan: " Şimdi madem ki siz eski padişahın evlatlarısınız. O zaman, şey canım, siz ikiniz de padişahsınız. Taht geniş, bir tahta iki padişah oturmaz diye bir kanun yok ya. Siz ikiniz tahta oturursunuz olur biter, yani ben çözüm yolunu böyle buldum. "
Keloğlan'ın bu sözleri üzerine herkes birbirine bakınmış. Amca gidip kardeşini kafesten çıkarmış. Üç yolcuyla kederli gelen uçan halı, beş yolcuyla neşeli bir şekilde başkente yumuşak iniş yapmış. Daha sonra sarayda düzenlenen bir törenle tahta iki padişah oturmuş. Kişisel hırslara kapılmadan, halkın menfaatini düşünerek, sevgiyle, iyilikle ülkeyi yönetmişler. Böylesi daha iyi değil miymiş, ne demek tahtı ele geçiren şehzade padişah olurmuş ve kardeşlerini halledermiş? Keşke birlik olsaydınız ve güç birliği yapsaydınız. Biri padişah diğeri ordu komutanı olabilirdi. Devlet meseleleri üzerinde ortak kararlar alınabilirdi.

Bu arada Keloğlan ile Ayla evlenmişler. Ayla saraydan ayrılmak istememiş, Keloğlan da onunla birlikte sarayda yaşamak zorunda kalmış. Keloğlan hep çarşıda, pazardaymış. Halktan kopmamış ve halkın sorunlarını padişahlara anlatmış. Kardeş padişahlar, hazinenin değil, halkın cebinin dolu olmasına özen göstermişler. Çarşıda, pazarda köylüler takılırmış Keloğlan'a, Keloğlan Sultan derlermiş ama Keloğlan bunları önemsemezmiş: " Benim sultanlığımdan ne olacak canım. Eskiden başım keldi, kafamda saç yoktu. Şimdi sultan olduysak ne değişti? Kafamda yine saç yok ve başım yine kel, deyince köylüler kahkahalarla gülermiş.

SON

Serdar Yıldırım
08-09-2025, 14:23   |  #18  
OP Taze Üye
Teşekkür Sayısı: 0
0 mesaj
Kayıt Tarihi:Kayıt: Haz 2025

BÜCÜR ZÜRAFA
İstanbul Gülhane Parkı’ndaki hayvanat bahçesinde zürafalar için oldukça geniş bir yer ayrılmıştı. Burada anne ve baba zürafa ile iki yavru zürafa kalıyordu. Onlar gün boyu salına salına geziyorlar, ziyaretçiler de onları seyrediyordu. Anne ve baba zürafa yıllardır burada bulundukları için durumu kabullenmişler, bu hayata alışmışlardı. Fakat yavru zürafaların canı çok sıkılıyordu. Devamlı olarak babalarına “ Babacığım, bizler burada daha ne kadar zaman kalacağız? Bizleri masallarda anlattığın o güzel yerlere ne zaman götüreceksin? “ diye sitem ediyorlardı.

Bir gün yavru zürafalardan biri baba zürafaya şöyle bir soru sordu: “ Babacığım, bizler buralara nasıl geldik, kimler getirdiler?“ Bunun üzerine baba zürafa: “ Bundan yıllar önce, buralardan çok uzaklarda yaşamış dedeniz bücür zürafayı anlatacağım sizlere “ dedi. “ O zaman anlayacaksınız buralara nasıl geldiğimizi. Zürafalar hep uzun boylu, boyunlu olurlar, fakat dedeniz doğduğunda da küçükmüş. Yıllar geçmiş, yaşı büyümüş, boyu büyümemiş. Yaşının büyümesiyle birlikte onun kalbindeki özlem daha da büyümüş. Çünkü o, bir sirk yıldızı olmak istiyormuş. Yaşadığı çevrede tıkılıp kalmak, dar bir kısır döngü içinde ömür törpülemek ona göre değilmiş. Bücür zürafa bu büyük hedefine ulaşabilmek için yaşadığı ormanda gösteriler düzenlemeye başlamış. Orman hayvanları bücür zürafanın gösterilerini ilgiyle karşılamışlar, onun yaptığı hayvan taklitlerini zevkle seyretmişler.

Günlerden bir gün ormana avcılar gelmiş. Bu avcılar yakaladıkları hayvanları hayvanat bahçesine götüreceklermiş. Bir tepenin üzerine çıkıp dürbünle çevreyi gözleyen avcılar karşıdaki düzlükte bücür zürafayı gösteri yaparken görmüşler. Bücür zürafanın hayranlık uyandıran hareketlerini, enfes dönüşlerini seyreden avcılar, onun tam bir hokkabaz olduğunda karar kılmışlar. Gösteri bittikten sonra bücür zürafayı yakalamak için iz sürmeye başlamışlar. Bücür zürafa hemen anlamış takip altında olduğunu. Bu durum onu hiç şaşırtmamış. Çünkü zirveye giden yolda önüne bir takım yol ayırımlarının çıkacağını biliyormuş. Olanı biteni en ince ayrıntılarına kadar düşünüp planını yapmış. Eğer plansız, programsız hareket ederse istenmeyen, üzücü olaylar ortaya çıkabilirmiş. Avcıların niyetini kesin olarak bilmek olanaksızmış.

Sonunda avcılar bücür zürafayı bir bataklığın yakınlarında kıstırmışlar. Sazlıkta yarım daire şeklinde ilerleyen avcılar, bücür zürafayı yakalamayı umdukları yerde yeller estiğini görmüşler. Bücür zürafanın ayak izleri bataklığın kenarında yok oluyormuş. Aslında bu durum planın bir bölümünü oluşturuyormuş. Bücür zürafa avcıların takibinden kurtulmak için daha önceden oraya sakladığı bir ağaç kütüğüne binerek uzaklaşmış. Ertesi gün avcıların konuşmalarını saklandığı yerden dinleyen bücür zürafa yakalandığı takdirde hayvanat bahçesine götürüleceğini öğrenmiş. Dört ayağı üstünde hoplaya hoplaya ortaya çıkmış ve avcıların hayret dolu bakışları altında iki perende atmış, daha sonra kurt gibi uluyup aslan gibi kükremiş. Bildiği bütün numaraları birbiri peşi sıra sergilemiş ve alkışlar arasında gösterisini tamamlamış.

Bücür zürafa hayvanat bahçesine getirilince bu bölüme konmuş. Fakat o burada da boş durmamış, gösterilerine devam etmiş. Bu arada annemle birbirlerine gönül vermişler. Aradan zaman geçmiş, ben doğmuşum. Küçüklüğümü hatırlıyorum da şu demir parmaklıkların arkası bücür zürafayı görmeye gelen insanlarla dolardı. O da gün boyu bıkmadan, usanmadan gösterilerini sürdürürdü. Yavrularım, bu hayvanat bahçesine yılın belli tarihlerinde uluslar arası bir sirk gelir. Sirk kurulurken sirkin sahibi parkta gezmeye çıkmış. Buradaki kalabalığı görünce ne olduğunu merak edip sokulmuş. Bir süre bücür zürafayı seyrettikten sonra onun dünya çapında bir yetenek olduğuna karar vermiş ve yüksek bir ücret karşılığında sirke transfer etmiş. O, ele geçirdiği bu fırsatı en iyi şekilde değerlendirmesini bildi. Bir iki provadan sonra sahneye çıktı. Görülmemiş bir başarı sapladı. Gittiği her yerde on gün kalan ve geceleri bir gösteri sunan sirk, bücür zürafayı kadrosuna almasıyla birlikte seyirci patlamasına uğradı ve günde dört-beş gösteri sunar hale geldi. Sirkin o yıl bir ay kaldığını unutmadan söyleyeyim.

Ertesi yıl sirk geldiğinde babam bücür zürafa buraya uğradı. Beni, annemi ve arkadaşlarını görmeye gelmişti. Çok sevindik. Yanımızda iki saat kadar kaldı. Pek çok ülkede gösteriler sunduklarını, gittikleri her yerde yoğun bir ilgiyle karşılaştıklarını anlattı. Sirk yıldızı olmak istemiş, bunun için yıllarını vermiş, sonsuz gayret göstermiş ve sonunda başarmıştı. Mutluydu. Şimdi anladınız mı yavrularım, buralara nasıl geldiğimizi, kimlerin getirdiğini? “
Yavru zürafalar sanki ağız birliği etmişlerdi aynı sözü söylemek için: “ Evet anladık babacığım, hem de çok iyi anladık “ dediler ve birbirlerine bakarak kıkır kıkır güldüler. Ortada reddedilmez bir gerçek vardı. Azmin başaramayacağı hiçbir şey olamazdı. Yeter ki gerçekten istenmeliydi. Tutar koparırdın. İdeal kiminin düşüncesinde bir tutku olarak kendiliğinden ortaya çıkardı. Kimi de başarılı birini örnek alarak onun izinden giderdi. İşte yavru zürafalar bücür zürafanın açtığı yoldan yürüdüler, onun izinden gittiler. Akşamları gökyüzüne dikkatle bakarsanız yıllar sonra birer yıldız olacak iki yavru zürafanın göz kırptıklarını görürsünüz.


SON

Serdar Yıldırım
08-09-2025, 14:27   |  #19  
OP Taze Üye
Teşekkür Sayısı: 0
0 mesaj
Kayıt Tarihi:Kayıt: Haz 2025

AĞLAYAN AĞAÇ
Bir bahçenin ortasındaydı, her zaman neşeliydi, güler yüzlüydü. Bahçedeki ağaçlara kendi uydurduğu masalları anlatırdı. Böylece aradan uzun yıllar geçti. Eski evler yıkılıp apartmanlar yapılmaya başladı. Bahçe asfalt yol oldu, ne dut ağacı kaldı, ne erik, ne armut ağacı.. Hepsi birer birer kesildi. Sadece çınar ağacı kaldı, kabak gibi, yol ortasında. Ara sokaktı orası tek-tük araba geçerdi ama huzursuzdu çınar ağacı. Dostu yoktu, arkadaşı yoktu, masal anlatsa dinleyeni yoktu.

Günlerden bir gün minik kuş dalları arasına yuva yapınca keyiflendi ağlayan ağaç. Minik kuşa bol bol masal anlattı, minik kuş da hep dinledi ve öyle bir an geldi ki, minik kuş da masal anlatmaya başladı. Minik kuşun uydurduğu masalları dinleyen ağlayan ağaç, ondan hiç ayrılmamayı diledi. Kargalar rahat vermediler minik kuşa, gelip gidip rahatsız ettiler, yuvasını bozdular.  Ağlayan ağacın, sen onlara aldırma, bu işi bana bırak, demesi boşuna oldu. Çekip gidince minik kuş, ağlayan ağaç yine yalnız kaldı. Ama o bu defa bir şeylere karşı çıkacak ve ağlamayı bırakıp gülmeye bakacaktı. Gülmek içinse tek yol yürüyüp gitmekti. Önce topraktan kurtulacaktı. Toprak onu tutuyordu, yürümesini engelliyordu. Toprakla tüm ilişkisini kesti. Bunun üzerine toprak küsünce ağlayan ağaç rahatladı. Köklerini bir araya toplayıp bir gece onları sabaha kadar yoğurdu ve şekil verdi. Artık iki ayağı vardı ve güçlü iki ayak, onu minik kuşuna kavuşturabilirdi.

Bir gece, ağlayan ağaç yola çıktı. Tenha sokaklarda olabildiğince ses çıkarmamaya özen gösterdi ama fark edildi. Fark eden 1.80 bilemedin 1.90 boyundaki bir insandı; sen 1.90 boyundaki insan olsan yorgun-argın evine dönerken önüne yedi katlı apartman boyunda bir çınar ağacı çıksa ne yapardın? Sonunda ağlayan ağaç minik kuşuna kavuştu. Minik kuş ağlayan ağacın geldiğini görünce yuvasını kurduğu ceviz ağacından havalanıp ağlayan ağacın bir dalına kondu, sonra hop bu dala, hop şu dala. Sevincinden yerinde duramadı.

Onlar, sabaha kadar tam on saat çene patlattılar.  Ağlayan ağaç anlatıyor, minik kuş dinliyor; minik kuş anlatıyor, ağlayan ağaç dinliyordu. Garanti dedikodu yapıyorlar diye düşünüyorsunuz değil mi? Hayır, onlar dedikodu değil, felsefe yapıyorlardı. Felsefe yapmak bambaşka bir şeydi: Önce kötü düşünceler bir yana bırakılırdı. Hep iyiyi düşünecektin. Uzayı anlat, gezegenleri anlat, yakına gel dünyayı anlat, dünyanın geçmişini, bugününü, geleceğini anlat. İstersen hedef küçült bir çiçeği anlat, çiçek nasıl özümleme yapar, bunun sebebi nedir, özümleme yapamayan bir çiçek ne olur, çiçekler neden geceleri karbondioksit gazı salarlar, oksijen canlılara yaşam sunar da karbondioksit neden zararlıdır? İnanın böyle binlerce konu varken, konudan konuya atlamak varken, bir yerde bir şeylere ulaşmak varken, felsefe yapmak varken, hep iyiye ulaşmak varken..Bırakın artık şu dedikoduyu.

SON

Serdar Yıldırım
08-09-2025, 14:32   |  #20  
OP Taze Üye
Teşekkür Sayısı: 0
0 mesaj
Kayıt Tarihi:Kayıt: Haz 2025

HOROZ KAHRAMAN İLE VAHŞİ KEDİLER
Anne tavuk akşamüstü civcivlerini topluyordu:  " Gelin bakalım, gelin, civcivlerim benim. Koşun yanıma, gelin, toplanın şöyle. Aaa... Ama siz dört tanesiniz, beş tane olmanız lazımdı. Biriniz eksik. Kardeşiniz nerede, gören olmadı mı? "
" Ben görmedim. "
" Ben görmedim. "
" Ben de görmedim. "
" Ben gördüm. "
" Sen gördün mü? Nerede gördün, çabuk söyle? "
" Bir saat kadar önceydi. Kardeşim ilerideki şu ağacın altında eşiniyordu. Sonra yanına bir kedi geldi. Kediyle kardeşim bir süre konuştular. Daha sonra kedi, kardeşimi sırtına bindirip götürdü. "
" Vah, vah!..Yazık oldu. Gitti kardeşiniz, gitti yavrum"
Civcivlerden biri sordu: "Gitti mi? Kardeşim nereye gitti? "
" Ah yavrum, kardeşiniz artık dönmeyecek"
" Neden? "
" Çünkü kedi onu yer. "
" Yer mi? "
" Evet, yer. "
" Peki, ama niçin yesin? "
" Karnını doyurmak için. Kardeşiniz kediye göre taze bir av. "
" Kardeşim kurtarılamaz mı? "
" Belki. Tabi kedi kardeşini yemediyse. "
" Yememiş olamaz mı? Bakarsın kedinin pençesinden kurtulmuştur. Kaçmıştır. Şimdi sokaklarda tek başına dolaşıyordur. Yardım bekliyordur. "
" Çabuk civcivlerim gidiyoruz. "
" Nereye? "
" Kardeşini aramaya. "

Civciv, yememiş olamaz mı, demişti. Zaten kedi civcivi yemek için değil, bir düşüncesini gerçekleştirmek için götürmüştü. Kedi düşüncesini açıklamış ve civcive gelir misin demişti. Civciv korkusuzdu. Gelirim demişti. Kedinin düşüncesi neydi?

Bir civciv kediler arasında yaşar ve onlarla arkadaş olursa kedilerin civcivlere karşı olan düşmanlığı ortadan kalkar ve hiçbir kedi civciv yemez. Bu civciv öylesine güçlü bir iradeye sahip olmalıydı ki, pek çok kedinin diş bilemesine, üstüne gelmesine, hakaretlerine aldırmamalıydı. Ölümden korkmamalıydı. Bin kedi üstüne gelse, geri değil, ileri gitmeliydi. Kedi aylar süren araştırmadan sonra işte bu civcivi seçmişti. Seçim nasıl olmuştu: Kedi şehirde mahalleleri, sokakları gezmiş; tarlaları, bahçeleri didik didik aramış, fakat korkmayan bir civcive rastlayamamıştı. Kuyruğunu gösterdiği civciv kaçıyordu. Artık umudunu kesmişti. Bütün civcivler korkakmış diyordu. Bir gün evin birinin bahçesine girmişti. Ağacın yanı gölgelikti. Kıvrılıp yattı. Tam uyumak üzereydi ki, bir tavuk sesiyle irkildi. Tavuk; Kahraman diye sesleniyordu. Kahraman, buraya gel.  Kedi kafasını uzatıp baktı. Tavuğun Kahraman dediği bir lokmacık civcivdi. Kedi gülümsedi. Hey gidi yalan dünya, diyerek sağ ön ayağını soluna doğru savurdu. Tavuk başka ad bulamamıştı da yavrusuna Kahraman adını koymuştu. Her yanı Kahraman olsa ne yazardı. En iyisi uyumak ve bu olayı unutmaktı.

Kedi uyudu ama ne kadar uyuduğunu hatırlamıyordu. Uyandığında gözleri kapalıydı. Tam olarak kendine gelmemişti. Hemen yanında çıtırtı, tıkırtı duydu. Önce bir gözünü sonra diğer gözünü açtı. Hayret!.. Burnunun dibinde bir civciv eşiniyordu. Gözlerine inanamadı. Kediliği tuttu, bu civcivi yemek istedi. Hızla dört ayağı üstünde doğrulup, sırtını kamburlaştırdı. Ustura gibi keskin dişlerini gösterip, tıslayacak ve civcivi tutacaktı. Kedi dişlerini gösterdi fakat tıslayamadı. Sadece yutkunabildi. Civcivin gözleri şimşek parçasıydı: " Ne o, rahatın mı bozuldu? Diye sordu civciv. "

Kedi hırslıydı: Civcivin sorduğu soruyu duymamış gibi davrandı:  " Ben civciv yemeye bayılırım. Pek severim civciv etini " diyerek dişlerini gıcırdattı. An meselesiydi civcivin üstüne atılması.
" Dikkat et, ben diğer civcivlere benzemem. Bayılırsan ayılamazsın. Hem beni yemen için, tutman gerek. Haydi, tutsana beni. "
Kedi, yan dönerek savaş pozisyonu alan ve canını dişine takarak kendini savunacak olan civcive bakarak hayretten donakaldı. Farkında olmadan birkaç adım geriledi. Korkmamıştı da çekinmişti civcivden. Daha sonra kedi geriye dönerek oradan uzaklaştı.

Ertesi gün kedinin kafasına dank etti. O civciv yüzde doksan dokuz Kahraman'dı. Kedi bir plan dâhilinde Kahraman'la dostluk kurmayı denedi ve başarılı oldu da. Onunla konuşurken nasıl davranması gerekiyorsa öyle davrandı. Dolana, yalana başvurmadı ve ilk fırsatta düşüncesini açıkladı. Kahraman hemen, gelirim, demişti.

Bunun üzerine kedi:  " Bak Kahraman, iş ciddi. Ucunda ölüm de var. Bir değil, on kedi, yirmi kedi üstüne gelir. Üç-beş değil ki, vurasın, kırasın. Ben seni vuruşurken görmedim ama ilk tanıştığımız gün hatırlarsın neredeyse üstüne atılacaktım. Sen beni sözle sindirdin. İnan çekindim senden fakat sözlerinden çekindim yoksa beni korkutmadın. Şunu bil ki, senin sözlerinden çekinmeyecek, benden çok daha sert ve çok daha acımasız kediler var ve ben bunların adını duyunca titrerim. Senin buralarda gördüklerin şehir kedileri yani sokak kedileri. Benim anlatmak istediğim ormandan ve dağlardan gelen, çoğunlukla gece yarısından sonra şehirlere inen vahşi kediler. Bir sokak kedisi hiçbir zaman bir vahşi kediyle başa çıkamaz ve ben bir vahşi kedinin kendinden çok daha büyük iki köpekle mücadele ederek onları kaçırttığını gördüm. Vahşi kediler çoğunlukla yalnız gezerler ve geceleri şehirlerde sokak kedilerini yakalayıp öldürürler. Vahşi kediler sokak kedilerinin atalarının eski zamanlarda aralarından ayrılarak insanlara köle olmalarını içlerine sindiremediler. Bunları ön bilgi olsun diye anlattım. Şimdilik gündüzleri çalışacağız. Vahşi kedilerle karşılaşmayacaksın. Bakalım sokak kedilerine karşı ne yapacaksın? "

" Şu vahşi kedileri çok merak ettim. Sokak kedileriyle antrenman yapacağız desene. "
" Öyle. Vahşi kedilerle maça çıkarsın ama sen sokak kedileriyle de maç oluyormuş gibi sıkı dur. Onları küçümseme. "
" Onları küçümsemediğimi göreceksin. Sen hiç merak etme, kedi kardeş. Söylediklerini unutmayacağım. "

Aradan üç gün geçmiş fakat anne tavuk ve civcivleri, Kahraman'ı bulamamıştı. Sabah erkenden çıkıp gün boyu Kahraman'ı arıyor, akşamüstü kümese dönüp, ertesi gün yine aramaya başlıyordu. Üçüncü günün akşamüstü kümese dönerken, anne tavuk:  " Yer yarıldı da içine girdi sanki. Ara ara yok! Nereye gider bu civciv? Horoza sor, tavuğa sor, kurbağaya sor, kuşa sor. Kimsenin, Kahraman'dan haberi yok. Kedi onu yedi desen, gören, duyan, bilen olur. Son günlerde hiçbir kedi civciv yememiş. Demek ki, Kahraman yaşıyor, ama nerede? Neden onu bulamadık? Kediden kurtulduysa neden kümese dönmüyor? "

Civcivlerden biri atıldı:  " Anne, sakın Kahraman, kediyi yemiş olmasın? "
Anne tavuk civcivin sözünü duymazdan geldi. Zaten canı burnundaydı, bir de böyle şaka-şukalarla mı uğraşacaktı? "

Bir diğer civciv:  " Kahraman belki kanatlanıp uçmuştur. Başka şehre gidip bizi unutmuştur. Olamaz mı yani? "
Deyince, anne tavuk hemen o anda kararını verdi. Kahraman'ı aramaya yalnız başına çıkacaktı.

Aradan iki ay daha geçti. Tavuk bu sürede Kahraman'ı aramaya devam etti. Diğer dört yavrusu kocaman birer piliç olmuştu ama tavuk, Kahraman'ı bir civciv olarak bulmayı umuyordu.

Aradan iki ay geçti diye yazdım. Acaba Kahraman hala sağ mı, yaşıyor mu?
Şehirdeki kediler, bir kedinin civcivle arkadaşlığını yadırgamışlardı. Bu durum onlara ters gelmişti. Kedi, neden o civcivi yemiyordu? Aradan sıyrılan birkaç sokak kedisi, civcivi yemek için, girişim yapmış ve civcivin üstüne gitmişti ancak kedi önlerine çıkmıştı. Bu kedi Kahraman'ı bu işe sokan kediydi. O da kendi çapında bir tür efeydi. Korku bir zamanlar ondan korkardı yani korkusuzdu. Demir gibi bileği, çelik gibi yüreği vardı. Birkaç yıl öncesine kadar şehrin kedilerinin başkanıydı. Adaletle hükmediyordu. Anneleri geceleri vahşi kediler tarafından öldürülen yavru kedileri himayesine alırdı. Aç kalmış, açıkta kalmış sokak kedilerine kendi yiyeceğini verdiği, hasta kedileri tedavi ettiği çok görülmüştü. Vahşi kedilerin bir leopar kadar iri başkanını bir gece aniden karşısında görünce olduğu yerde çakılıp kalmıştı. Vahşi kedilerin başkanı Nara, senin derini yüzerim. Defol git bu şehirden... Deyip, onu bir pençe vuruşuyla yere sermişti.

Şehir kedileri başkansız kalmıştı. Kedi terk edilmiş, eski evlerde uykusuz geceler geçiriyordu. Onun beyninin derinliklerinde o zamanlar kendisinin bile fark edemediği gerçek şuydu: Vahşi kedilerin başkanı Nara'yı perişan etmek yani intikam. İntikamını almasına günden güne büyüyüp güçlenen Kahraman yardımcı olacaktı. Kahraman akıl almaz derecede güçlü bir iradeye sahipti. Laf kavgasında kesinlikle yenilmiyordu. Çok sert konuşuyor, karşısındakini eziyordu. Kızdığı zaman gözleri kıpkırmızı oluyordu. Kedi bunun nedenini bir türlü anlayamıyordu. Sormak aklına geliyordu ama sorsa Kahraman söyler miydi bilinmezdi. Kedi, Kahraman'ı vahşi kedilerin karşısına çıkarmadan önce iki kere şehir kedileriyle baş başa bıraktı ve onun kedilerle vuruşmasını seyretti. Birincisinde, kabadayı geçinen bir kedinin saldırısını Kahraman kolaylıkla savuşturdu ve sol kanadıyla bir vuruşta yere serdi. İkincisinde, Kahraman üç güçlü kediyle kavgaya tutuştu ve onları da sol kanat vuruşlarıyla yere serdi. Kediye göre, Kahraman hazırdı ve vahşi kedilerin karşısına çıkabilirdi.

Haziran ayının sıcak gecelerinden birinde kedi, Kahraman 'la şehirde gezintiye çıkmıştı. Kahraman'da Kahraman'dı hani: O, geçen zamanla birlikte büyümüş, iri-yarı, dev gibi bir horoz olmuştu. Uzaklardan, kenar mahalleden miyavlamalar, feryatlar duyulmaya başladı. Tecrübeli kedi durumu tüm acılığıyla anladı:  " Fırla Kahraman, vahşi kediler katliam yapıyor. İleride yavru kedilerin barındığı eski bir ev vardı. Hepsini öldürüyorlar. Onları ancak sen kurtarabilirsin. "
Kahraman ileri atılırken konuştu: " Ne biçim vahşi kediymiş bunlar ya. Ne istiyorlar yavru kedilerden? "
Kedi koşuda Kahraman'dan geri kalmıyordu. Bir o, bir öteki öne geçiyordu:  " Onlar zevk için öldürürler. "
Önce Kahraman eski eve daldı. Sesi gürdü Kahraman'ın, bağırınca yer-gök inledi:  " Bırakın yavru kedileri. Gücünüz yetiyorsa bana çıkın. "

Gözlerini kan bürümüş yedi zalim vahşi kedinin başları Kahraman'dan yana döndü. Vahşi kediler, hiç vakit kaybetmeden kafaları koparılmış, parçalanmış yavru kedileri bırakarak Kahraman'ın üstüne atıldı. Kahraman, iki adım geri gitti. Bundan dolayı vahşi kediler yere yuvarlandılar. Karışıklıktan yaralanan Kahraman hücuma geçti. Güçlü kanatlarıyla vurarak, vahşi kedileri perişan etti. Vahşi kediler kaçarak canlarını kurtardılar.

Kahraman'la kedi sokağa çıkarak yürümeye başladılar. Kedi, Kahraman'a, vahşi kedilerin ormana gidince olanları başkan Nara'ya anlatacaklarını ve Nara'nın birkaç gün içinde şehre geleceğini, ayrıca aylar önce Nara'nın, aniden önüne çıkarak bir vuruşta kendisini yere serdiğini, intikamını almasını söyledi.

Kahraman: " Gelsin bakalım Nara, kim en büyük belli olsun. Sana söz kedi kardeş, Nara benimle görüştükten sonra bu şehre bir daha adım atmaz. "
Kedi:  " Kahraman, çok dikkatli olman gerekir. Nara'yı kedi sanma, onu bir leopar olarak düşün, zaten leopar kadar. Aniden önüne çıkıp sana vurmaya çalışacaktır. Tetikte ol. "

Bir gece yarısı Kahraman, kediyle birlikte, karanlık sokaklarda dolaşıyordu. Evin birinin yanından dönerken, Nara karşılarına çıkıverdi. Arkasında yüzlerce vahşi kedi vardı. Kahraman, Nara'nın savurduğu pençeden eğilerek zorlukla kurtuldu. Onunla yakın dövüşe girmenin ölümü kucaklamak demek olduğunu anladı. Gördüğü kadarıyla Nara'ya vahşi kedi demek yanlıştı, ona leopar demek doğruydu. Kahraman geriye birkaç adım atarak Nara'ya sırtını döndü ve kaçmaya başladı. Otuz metre kadar kaçtıktan sonra Nara'nın nefesini ensesinde hissetti. Kahraman dönerek sağ kanadını Nara'nın yüzüne patlattı. Hayatında ilk kez bir darbe yiyen Nara durdu. Canı yanmıştı:  " Bana nasıl vurursun? "

Gözleri hırstan kıpkırmızı olmuş Kahraman, Nara'nın üstüne yürürken, konuştu: " Seni gömerim Nara. Palavrayı bırak. Önce sen vurmak istedin. "
Nara şaşkındı ama aniden ileri atıldı. Kahraman'la birbirlerine girdiler. Toz, dumana karıştı. Çevreye sürüyle seyirci geldi. Kediler, köpekler, kuşlar, horozlar ve bir tavuk.  Horozlar dört taneydi. Kahraman'ın kardeşleri. Tavuk ise, annesi. Durumu soruşturunca kavga edenlerin kim olduğu belli oldu. Nara ile savaşan horoz Kahraman'dı. Arada büyük güç farkı vardı. Kahraman'ı Nara'nın pençesinden kurtarmalıydı. Dört horoz kavgaya karıştı ve Nara daha ne oluyor diyemeden Kahraman'ı olay yerinden uzaklaştırdılar.

Aradan günler, aylar, yıllar geçti.  Vahşi kediler ara sıra şehre iniyorlardı ama Nara bir daha şehre gelmedi. Hep dağda kaldı.  Kedi şehrin kedilerine tekrar başkan oldu ve vahşi kedilerden uzak durmak için, kedilere gece sokağa çıkmayı yasak etti.  Kahraman ise, annesi ve kardeşleriyle uzaklardaki bir çiftliğe giderek orada mutlu yaşadılar.

SON

Yazan: Serdar Yıldırım